‘İnceleme’ Kategorisi için Arşiv

Sensiz Yaşayamam (İlhan ÖZÜKİL)

Yayınlandı: 16 Aralık 2008 / İnceleme
         

                                                            http://www.crazyprofile.com/textmaker/ripple.swf

SENSİZ YAŞAYAMAM

 

KÜNYESİ :

Eserin Adı : SENSİZ YAŞAYAMAM

Eserin Yazarı : İLHAN ÖZÜKİL

Yayın Yeri : Arif Bolat Kitapevi – İstanbul

Yayın Yılı : 1944

Sayfa Sayısı : 90

 

 

Romanın Konusu : Ferruh, Leman ve Makbule üçgeninde geçen aşk hikayesi romanın konudur.

Romanın Ana fikri : Aşk, bir insanın karşılaşacağı en yoğun his halidir, bu hali sevilen kişiye aktarırken ona zarar vermemeye çalışmak gerekir. 

Romanın Özeti :

 

Başkalarının şartlarına uyarak kalabalık içinde, yarı hür bir yılbaşı eğlencesini sevimli bulamayan aile, yılbaşını evlerinde eğlenerek karşılamaya karar verdiler. Dört kişiydiler: Yaşlı bir baba, karısı Gülizar Hanım, kız kardeşi Zaika ve oğlu Piyanist Ferruh. Ailenin tüm fertleri masa başında oyun oynayarak eğlenirlerken Zaika Hanım’ın rahatsızlığının arttığı yüzünden belli oluyordu. “Zaika Hanım otuz yaşlarında, dul bir kadın olup kalbinden rahatsızdı. Bir hafta evvel hastaneden çıkmıştı. Tedavisine evde devam ediliyordu. Fazla heyecan veya endişe hasta kadının kalbinde çarpıntılar husule getirerek ona rahatsızlık verebilirdi” (sy. 4). Zaika Hanım bayıldı ve Zühtü Bey ile Ferruh onu hastaneye götürdüler. Doktor, beklemenin faydasız olduğunu, istedikleri zaman telefon ile durumu öğrenebileceklerini hasta yakınlarına bildirdi.

 

Hastanenin görevlilerinden Leman Hemşire hastayla çok alakadar oluyordu, çünkü Zaika Hanım’ı çok sevmişti. Zaika Hanım’ın dost olduğu bir başka kişi ise bir zaturre hastası idi. Bu hasta on yedi yaşlarında, beyaz yüzlü, kumral saçlı Makbule Hanım idi.

 

Leman Hanım ile Ferruh önceden tanışıyorlardı, Ferruh Leman’a gitar dersi veriyordu. O ne kadar piyanist olsa da gitardan da anlıyordu. Ancak Ferruh, Leman ’a halasının aynı hastanede yattığını söylememişti. Leman Hanım çok sevdiği hastası Zaika Hanım’ın Ferruh’un halası olduğunu onun ziyarete geldiği gün öğrendi.

 

Leman Hemşire sorumlu olduğu diğer koğuşta yattığı Sami’yi seviyordu. Zavallı kız Sami ile Ferruh arasında tercih yapamıyordu. Ferrruh ise halası ile aynı koğuşta yatan Makbule’ye dikkat kesilir ve yüreği çarpar. Zavallı kızın ziyaretine kimselerin gelmediğini belirten hala, Ferruh’un kıza olan ilgisini anlamıştı.

 

Leman izin günlerini teyzesi Pakize Hanım’ın evinin alt katında gitarla meşgul olarak geçiriyordu. Pakize hanım sessiz, yaşlı ve dul bir kadındı.

 

Ferruh şimdi hastaneye giderken hiç olmayan bir kararsızlık içindeydi. Hastaneye teyzesi için mi, Makbule için mi yoksa hemşire için mi gidiyordu? İşte öyle bir kararsızlık içinde hastaneye giden Ferruh, Makbule’yi ziyarete gelen Necip’i görür. Necip, hasta kızın amcasının oğlu idi. Öyle bir tesadüf ki, Necip ile Ferruh arkadaşlardır. Necip Ferruh’la kısa bir hasret gidermeden sonra doktoru görmeye, Leman ise Sami’nin yanına gitti. Sami böbreğinden rahatsız bir öğretmen idi. Leman bu hastaya hem görevi icabı hem de sevginin etkisiyle moral vermeye çalışıyordu: “Büyük bir evimiz olacak. Sen her gün dersler bitince talebelerini bırakıp mektepten eve geleceksin. Çocuklarımız olacak. Mesut bir aile yuvası kuracağız.” ( sy. 24)

 

Necip, Ferruh’a amcasının kızını köşke götürmek istediğini ve doktorların da düşüncesi nispetinde oranın havasının hastalığına iyi geleceğini söyledi. Necip ardından halasının sıhhate kavuşması ile onları da köşkte görmekten duyacağı memnuniyeti ifade etti. Necip’in bu son teklifine galiba en çok sevinen yüzü gülen Makbule olmuştu. Ayrıca Necip arkadaşının müzisyen olduğu söylemesi ile hasta kızın memnuniyeti biraz daha arttı.

 

Leman görevli olduğu koğuşun değişmesi üzerine Sami’ye olan ilgisini biraz kaybetmişti. Sonra hemşire kız izne ayrıldı. Sami sevdiği kızın bari haftada bir kez ziyarete gelmesini istemişti. Ancak Leman musikiye büyük bir düşkünlük göstererek evden dışarı adımını atmamaya ve devamlı gitarı ile meşgul olmaya başlamıştı. Ferruh haftada iki kez Leman’a ders anlatmaya gidiyordu. Leman, Sami’ye olan ilginin acımaktan ibaret olmasından korkuyor ve Ferruh’u da sevemiyordu. Çünkü ilk sevdiği doktor kendisini aldatmış, başka bir kızı sevmişti.

 

Artık bahar sona ermiş, yaz sıcaklığını iyiden iyiye arttırmıştı. Önde Nahit ile Gülten, arkalarında Leman ile Ferruh ve en arkada Fethi ile Müjgan çevresi yeşillikleri içinde olan bir yoldan yürüyorlardı. Sonra büyük bir ağaç altında yemek yediler. Fethi yerinde duramıyordu, mülver kökü bularak yedi. Fethi arkadaşlarına da teklif ediyor, ardından içinde afyon olduğunu ve fazla yerlerse zehirleyeceğini söyleyerek uyarıyordu. Sonra dördü yerlerinden kalkıp gezmeye çıktılar, Ferruh ve Leman orada kaldı. İkisi de müziğin o rahatlığı içinde sevdalarını dile getiriyorlardı.

 

Akşam herkes evine döndü. Ferruh düşünüyordu; bir genç kızın en kıymetli mevhibesini, o bir ağaç gölgesinde bir andan istifadeyle gizlice almıştı. Suçluluk duygusundan kurtulan Ferruh, birden Makbule’yi düşünmeye başladı. Bir anda silkinir gibi “Hayır, ben Makbule’yi seviyorum ve yalnız onu sevebilirim,” dedi.

 

Ferruh bir ay için konsere gideceğini ve bu süre zarfında görüşemeyeceklerini söyledi. Konser yoktu, onun amacı köşke gidip Makbule’yi görmekti. Leman ise Sami’yi uzun süredir ziyaret etmediği için düşünceli idi. Ziyaretine gelmeyen Leman’a mektup yazıp ameliyata giren Sami, ameliyat sonrası çok bitkindi. Zaten tek böbreği önceden alınmış, ameliyatın şansı yüzde beşti. Rüyasında Leman ile hasret gideren hasta yürek artık bir daha atmamak üzere durmuştu.

 

Beyaz bir köşkün bahçesinde Makbule ile Necip aşk üzerine konuşuyorlardı. Bu konu Makbule’nin okuduğu aşk romanından açılmıştı. Necip aşkını dile getirdi: “Sensiz yaşıyamam.” Ancak Makbule bu aşka karşılık vermek bir tarafa onun tek düşüncesi Ferruh idi.

 

Necip’in babasının İzmir’de bağları ve arazileri vardı. Bu nedenle Necip temmuzda İzmir’e gitmeliydi, ama şu hasta kızı bırakıp nasıl gidecekti? Ancak on beş günü vardı. Bu süre zarfında Makbule ile anlaşıp nişanlanmak arzusu vardı, çünkü gidince uzun süre dönmeyecekti. Her geçen Necip’in ümidini kıran hasta kızın gözlerinin çevresi uykusuz gözler gibi kararıyordu. Doktorlar kızın ciğerlerinin iyice bozulduğunu ve hastalığın seyrine devam ettiğini belirtiler. Kızın karyolası bahçeye konuldu, hemen öteye ise Necip için bir karyola atılırken evin hizmetkarı Hüsmen Çavuş için de bir karyola atılması ihmal edilmedi. Geceleri Necip uyanarak Makbule’nin üzerini ötüyor, ruhî bir mana kazanan güzelliğinden bir buse alarak seyre dalıyordu.

 

Sonunda ziyarete gelen Ferruh, Necip’in isteği üzerine fazla dinlemeden piyano başına geçti. Daha sonrasında hasta kıza sevgisini dile getiren müzisyen genç, “Size verdiğim sonsuz sevgim bırakın sizde kalsın, onu geri çevirmeyin,” dedi. Bu sözlere Makbule’nin karşılığı “Hayır, onu kabul edemem,” oldu (sy. 58). Makbule, bu sevgiyi uzun süre kalbinde taşıyacak kişinin hak ettiğini vurguladı. Makbule genç aşığı reddetti ise de içinde sonsuz bir aşk taşıyordu: “…. Bugün üzerinde gezdiğim şu yerler çok geçmeden benim ebedi istirahatgahım olacaktır. Vücudum toprağın kucağına serilip, ruhum benden uzaklaştığı zaman onunla yalnız bir şeyin ebediyen birleşip kaybolmayacağını biliyorum. O da benim aşkımdır.” (sy. 60)

 

Leman izin günlerinin bir an önce bitmesi için bekleyişteydi. Hastaneye gitmek istiyordu ancak izinli olduğu halde gitmesinin dikkat toplayacağını bildiği için gidemiyordu. Aynı zamanda Ferruh’un kendisini kandırıp kirlettiğini düşünen genç kız, belki de karnında ondan bir parça taşıyordu. Ama Leman, Sami’nin kendisini her haliyle kabul edeceğini düşünerek teselli buluyordu.

 

İzmir’e gitme zamanı geldiği için üzüntülü olan Necip gece Makbule uyurken ondan uzun bir buse aldı. Makbule gözlerini araladı, ancak hasta kız onu bir daha tekrarlamaması için uyarmaya gerek duymadı, çünkü yarın gidecekti.

 

Makbule’nin ailesinin alakasız olmasından dolayı köşk istirahatı için uygundu. Artık kız iyice yatağa bağlanmıştı. O sıra Ferruh gelmişti ve birlikte gelecek planları yapıyorlardı. Kız mesuttu ama öleceğini de biliyordu: “Beni sakın unutma. O gün piyanoda o ilk parçayı çaldıkça beni hatırla. Ruhum parmakların arasına gelecektir. Ellerini oynattığın zamanlar onu sevip okşamış olacaksın” (sy. 70). İki aşık muhabbet ederken Necip’ten çok hasta olduğunu ve yarın döneceğini belirten bir telgraf aldılar. O anda Makbule, Necip’in kendisini daha önceleri de öptüğünü de düşünerek sarardı. O an kız fenalaştı. Doktorun tavsiyesi üzerine yatağı içeri aldı ve Ferruh da gitmenin doğru olacağı düşüncesiyle ayrıldı. O gece zavallı kız sevgisini sayıklayarak öldü.

 

Ertesi gün Necip köşke gelir gelmez Makbule’nin anne ve babasının da dahil olduğu kalabalık ortasında tabutu görünce mahvoldu ve kimse görmesin diye saklandı. Uzun süre sonrasında Mümtaz Beyin emri ile zavallı kızın gülleri çok sevmesi dolayısıyla Hüsmen Çavuş gül almaya güllerin arasına dalınca Necip’i görür. İçindeki aşk ile yok olan gencin hemen yanında birkaç damla kan gören hizmetkar hemen efendisine koştu. “Necip Beyi öldürmüşler!”

 

Üzücü olaylar yüzünden yatağa mahkum olan baba ve kocasını yalnız bırakamayan kadın cenazeye katılamadı. Herkes Necip ile Makbule’nin birbirini sevdiğini düşünüyordu ve bu sebeple mezarları yan yana idi.

 

Ferruh koşarak köşke geldi ancak kimse yoktu. Ertesi gelip olanları duyan Ferruh yıkıldı. Genç kızın “seni bir daha görmeden ölmek istemiyorum. Biliyorum yarın geleceksin. Fakat senin sanatkar parmaklarında saçlarımı okşayamayacaksın,” sözlerini duyan Ferruh, bu sözlerin kendisine hitaben olduğunu anladı. İlk başta ölmek isteyen ve sevgilisine kavuşma arzusuyla yanana Ferruh, sonra aşkının vasiyetini aklına getirdi. Her piyano çalışında onu hatırlayacaktı.

 

Ferruh epey bir süre sonra Leman’ı düşünmeye başladı. Hastaneye gitti, Leman ortada yoktu. Sami’nin mektubu verdiği yaşlı adam her şeyi anlattı: Leman’ın izni dolunca Sami’nin ölümünü duymuş ve çok üzülmüş. Mektubu okuyup bayılan kız sonraları zehir içmiş. Ama sonra iyileşmişse de tekrar hastalanmış ve o günden sonra görmemişler. Hala mektubu saklayan adam kağıdı Ferruh’a verdi. Ferruh kızın teyzesinin evine gitmiş. Kız hamile olduğu için zehir çocuğu öldürmüş ve Leman’ı ameliyata almışlar fakat kurtaramamışlar. Bunu anlatan teyze çok kızgındı, buna neden olanı eline geçirse öldürecekti.

Ferruh dışarı çıktı. O artık yalnızdı. “Ah hayat… Ah yalnızlık,” dedi. “Nihayet bir gün hepimiz yalnız olarak mahiyetini bilmediğimiz bir alemin esrar dolu karanlıklarına gömüleceğiz.” (sy. 90)

 

 

Şahıslara Bağlı İnceleme

 

1. Dereceden Şahıslar :

 

ü  Ferruh : “Muhayyilesinde siyah, çatık kaşlarla manalaşan dolgun yuvarlak çehreli, esmer bir piyanistin hayali kımıldandı.” (sayfa 25).

ü  Makbule : “Dağınık kumral saçlarının çevrelediği beyaz çehresini süsleyen hafif pembe yanakları zaman zaman kızarıp yanıyor, sonra yine solarak eski haline dönüyordu.” (sayfa 7). “… on yedi yaşlarında genç bir kızla …” (sayfa 7). “Bu hasta kızın ismi Makbule’dir. Yirmi günden beri zaturreden yatıyormuş. Ama henüz bir kerecik annesi gelmemiş. Ailesi 

ü  Necip : Makbule’nin amcasının oğlu, Ferruh’un uzun yıllar öncesindeki arkadaşıdır. Zayıf, duygusal ve çekingendir.

ü  Leman : “Annesi ve babası o küçükken ölmüşlerdi.” (sayfa 18) . Hemşire.

 

2. Dereceden Şahıslar :

 

Ø  Zaika Hanım : “Zaika Hanım otuz beş yaşlarında dul bir kadın olup kalbinden rahatsızdı. Bir hafta evvel hastaneden çıkmıştı.” (sayfa 4).

Ø  Pakize Hanım : “Leman’ın teyzesi Pakize Hanım çocuksuz, yaşlı bir kadındı. Pek de konuşkan değildi.” (sayfa 18)

Ø  Sami : “… deminki kumral saçlı, solgun yüzlü hasta muallim…” (sayfa 25).

Ø  Hüsmen Çavuş : Necip’in köşkünün hizmetkarı.

 

Kendisinden Bahsedilen Şahıslar :

 

v  Mümtaz Bey : Makbule’nin amcası, Necip’in babası.

v  Kemal Bey : Leman’ın eniştesi, Pakize Hanım’ın ölmüş olan kocası.

v  Makbule’nin Annesi ve Babası : “… Ailesi şefkatsiz insanlar.” (sayfa 15)

v  Gülizar Hanım : Ferruh’un annesi.

v  Zühtü Bey : Ferruh’un babası.

v  Ferruh’un Arkadaşları : “Önde Nahit ve Gülten, peşlerinde…. ve en arkada Fethi ile Müjgan.” (sayfa 35)

 

Romanda Zaman : Bir yılbaşı akşamı başlayan olaylar diğer yılbaşını yakalayamıyor. Romanın zamanı sekiz – on ay ile sınırlıdır. Bunu Necip’in Ağustos mevsiminde İzmir’e gidişinden anlıyoruz. Bu gidiş pek uzun sürmeden olaylar devam ediyor ve roman son buluyor.

 

Romanda Mekan : Eserin dış mekanı İstanbul’dur. İç mekan olarak Ferruh’un evi, Leman’ın teyzesinin evi, hastane ve köşk kullanılmıştır.

 

Romanda Plan : Klasik anlatım tarzı benimsenmiştir. Giriş bölümünde yazar Ferruh ile Makbule’nin tanışmasına ortam hazırlamak amaçlı Zaika Hanım’ın hastalanıp hastaneye kaldırılmasına değiniyor. Gelişme bölümünde aşk duygusu işlenir. Ferruh’un gönlünün Leman ile Makbule arasında tercih yapamaması, Sami’nin durumu, Necip’in karşılıksız aşkı anlatılıyor. Sonuç bölümünde ise Makbule ve ardından Necip’in ölümü ve Ferruh’un yalnız kalması ele alınıyor. Yazarın ortam hazırladığı aşk gelişme bölümünde alevlenirken sonuç bölümünde ise mutsuz son ile bitiyor.

 

Romanın İçeriği : Roman bir aşk ve ıstırap romanıdır. Şehirde geçen bir aşkın talihsiz sonu bu romanı oluşturur. Ana kahramanlar Ferruh’un aşk serüveni çevresinde karşılıksız aşkın acısını çeken Necip, sevilse de sevdiği kızın talihsiz yaşamı neticesinde ıstırap çeken Sami’nin yer aldığı roman Makbule ve Necip’in ölümü ile neticelenir.

 

Romanın Üslubu : Romanda akıcı bir üslup kullanmıştır. Hacmi kısa olan romana bir çok olay sıkıştırması romanın akıcılığını gözler önüne serer.

 

Dil ve Anlatım : Romanın dili oldukça yalındır. Cümleler kısa olması esere akıcılık kazandırmıştır. Tasvirlerde bulunarak anlatıma canlılık ve resim özelliği kazandırılmıştır. Karşılaştırmalar yaparak ve yorumlarını katarak taraf tutan yazar, olaylara ortamı titizlikle hazırlamıştır. Halk söyleyişlerine değinilmiştir: “Çocuklar, şeytan geçti…” (sayfa 25). Yazar aşk çemberi içinde olanlar içinde kimisini kayırıyordur. Sami’yi devamlı zavallı, yaşadıklarını hak etmeyen birisi olarak gösteren yazar Leman’ın içine düştüğü duruma zamanın gençleri yererek yorum getirmiştir ve Leman’ı bir bakıma hatalı göstermiştir. Ancak gönlüne karar kıldıramayan Ferruh’a neden ise hata yüklemeyen yazar, eserini ölümleri ile sonlandıran Necip ile Makbule’yi birbirine daha uygun bulduğunu saklasa da kısmen belli ediyordur.

 

Yorum : Yazar güzel bir şekilde ele aldığı konuya tarafsız olsaydı daha güzel olacaktı. Yazarın bu tutumu hatalı insanları temiz göstermekten başka bir işe yaramıyor. Zamanın gençlerini eleştirerek Leman’ı suçlayan yazarın aynı suçlamayı neden Ferruh’a karşı yapmadığını anlamış değilim.

 

Eser dili bakımından oldukça anlaşılır. Akıcılığı ve hacmi dolayısıyla bir nefeste okunacak bir eserdir.

         

İstanbul

 

Milattan önce 660’larda Trak kökenli komutanları Bizans önderliğinde yola çıkan Megalılar’ın diğer bir kolu bugünkü Sarayburnu’nun olduğu yerde bir kent kurmuştur. Efsaneye göre Delfi Tapınağı’ndaki kahinin öğüdüne uyarak burayı yurt seçen Megalılar, komutanlarının adından hareketle bu toprağa “Bizantion” demişlerdir.

 

Zamanla Nea (yeni) Roma adı ile anılan kenti I. Constantinus kendi adıyla özdeşleştirmiştir ve 11 Mayıs 330 tarihinde kentin adını Constantinopolis olarak ilan etmiştir.

 

İstanbul tarihi boyunca çeşitli milletlerin hakimiyeti altına girmiş bir şehir özelliğine sahiptir. Bu durum da onun farklı farklı isimlerle anılmasına sebep olmuştur. Mesela; Latinlerin Makedonya, Süryanilerin Aleksandra, Yahudilerin Vizendovina, Rusların Tekfuriye, Arapların Konstantiniye-i Kübra, İranlıların Kayser Zemin, Hintlilerin Taht-ı Rum isimleri bu çerçevede hatırlanabilir.

 

Fetihten sonra İstanbul’a hâkim olan Türkler, bu güzelim şehrin büyüsü karşısında ona tek bir isimle hitap etmeyi layık görmemişlerdir. Türklerin İstanbul için kullandığı isimler arasında en bilinenleri şunlardır:

 

İslâmbol

Dersaadet

Darü’s Saade

Darû’l Hilafe

Devlet-i Aliye-i Osmaniye

Asitane-i Saadet

 

Bu isimlerin her birine zamanın Osmanlı paralarında, o döneme ait senetlerde, resmî ve özel yazılarda ve eski eserlerde rastlamak mümkündür.         

SİZİN HİÇ BABANIZ ÖLDÜ MÜ

 

 

KÜNYE

HİKAYENİN ADI : SİZİN HİÇ BABANIZ ÖLDÜ MÜ

HİKAYENİN YAZARI : FERİDE ÇİÇEKOĞLU

YAYINEVİ : Can Yayınları – İstanbul

YAYIN YILI : 1991

SAYFA SAYISI : 164

 

YAZAR HAKKINDA BİLGİ

Feride Çiçekoğlu, 1968-1973 döneminde tamamladığı Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde hiçbir öğrenci olayına karışmamışken, Fulbright burslusu olarak gittiği Pennsylvania Üniversitesi’nde doktora tezini yazarken ilgi duyduğu sorular yüzünden 12 Eylül 1980 askeri darbesinin ardından dört yılını cezaevlerinde geçirdi. Yine bu yüzden, akademik yaşamdan çok yaşamayı ve yazmayı sevdiğini keşfetti. Cezaevinde tanıdığı bir çocuğu anlattığı ilk kitabı Uçurtmayı Vurmasınlar’ın filme alınması önerisi üzerine sinemaya yöneldi. Filmin yankıları yeni filmlerin ve yeni kitapların yolunu açtı. Sizin Hiç Babanız Öldü mü (1991) ve Suyun Öte Yanı (1992) yine Can Yayınları’nca yayınlandı.

            Yazarın diğer eserleri : 100’lük Ülkeden Mektuplar, Uçurtmayı Vurmasınlar, Suyun Öte Yanı.

 

ESER HAKKINDA GENEL BİLGİ

Sizin Hiç Babanız Öldü mü, 1980-’90 dönemini kapsayan on dört öyküden oluşuyor: Kokulardan, renklerden, seslerden yola çıkarak yapılan zaman geçişleriyle ve yazarın mimarlık birikiminin getirdiği görsel bir dille işlenen bu öykülerde bir sinema tadı da bulacaksınız. Yine Can Yayınları’nda yayımlanan Uçurtmayı Vurmasınlar ve Suyun Öte Yanı adlı romanlarıyla tanıdığınız Feride Çiçekoğlu, yitip giden fiziksel çevreden, tarihsel ve kültürel değerlerden, baskı ve işkenceye, açlık grevlerine kadar ’80-’90 döneminin gündemini oluşturan sorunları ayrıntı ve gözlem zenginliğiyle yansıtıyor. Anlatılanlar ne kadar trajik olursa olsun, yazar, ironik yanını hiçbir zaman elden bırakmıyor. Buruk da olsa bir gülümseme kalacak hikayelerdir.

 

ÖYKÜLERİN TAHLİLLERİ

  1. ÖYLECE

Konusu : Bir grup arkadaşın bir yerde kurdukları ortam.

Ana fikir : İnsanlar bazı şeyleri anlatamaz ve içine atar.

Şahıslar :

·        Hikmet : İşkence görenlerdendir. Mert ve cesur.

·        Aslı : “Aslı beş kız çocuğun en küçüğü idi.” (sayfa 13). Hikmet’i çok seviyor.

·        Ömer : İşkence görenlerden biri, cesur.

·        Suna : İki yıldır içerde kalıp çıkmış, havaya hasret.

 

Özet :

Dört kişi bir yere gidiyor. Midye tava, kokoreç, roka salata, kavunla peynir… “Nerde buranın eski hali… On beş yıl mı oldu, yirmi mi? Hikmet ile gelirdik.”

Hikmet ile Aslı yürüyorlar. Suna, annesinin kolundaydı ve onları gördü. Beyoğlu boydan boya çiçeğe durmuş.

Aslı “En çok seni seviyorum,” dedi. Hikmet, “En çok beni sevmemelisin,” dedi. Hikmet’in canı sıkıldı. Kızın gözü önünde Hikmet’e bir şey olsa bu kız dayanamaz. “Kendimi düşünmüyorum da seni düşünüyorum. Nasıl taşırım seni sırtımda?”

Aslı beş kız çocuğun en küçüğü idi. Erkekten umut kesilince onu erkek yerine koydular. “Erkek ağlamaz” demediler, “Aslı ağlamaz” dediler. (sayfa 13)

Aslı onun işkence gördüğünü anlamıştı ama o “hayır” diyordu. Elektrik verdiler, tuz bastılar, falaka attılar. Her yerinde iz vardı. Ancak o “Hayır, işkence görmedim” diyor.

Suna, şöyle havayı bir teneffüs ediyor, ciğerleri temiz havaya doyuyor. İki yıldır bu kokuya-havaya hasretti. Suna’nın kardeşi ablasının halinden anlıyordu nasıl özlem çektiğini. O an Ömer balık istiyor. O, işkencelere rağmen konuşmazdı.

Sonra hep bir ağızdan şarkı söylediler: “Kimseye etmem şikayet, ağlarım ben halime…”

İşte öylece…

 

Zaman ve Mekan : 11 Eylül’den iki yıl sonrasıdır. Mekan ise lokanta gibi bir yerdir. Canlı müzik ve içki var.

 

Plan :

Hikayenin giriş bölümünde Beyoğlu’nun tasviri ve lokantaya giriş anlatılırken Gelişme bölümünde lokantada eğlence, iç konuşmalar, karşılıklı konuşmalar ile devam eder. Sonuç bölümünde ise birlikte şarkı söylemeye başlarlar.

 

Dil ve Anlatım :

Dil sade, cümleler düz. Bazı konuşmalar akıcılık katmış. Beyoğlu tasvir edilmiş. Geçmişi hatırlama söz konusudur. İç konuşmalar yoğunluktadır.

 

  1. BÜLBÜLCÜ

Konusu : “Bülbülcü” adındaki devlet görevlisinin başından geçenler konu edilmiştir. 

Ana fikir : İnsan ömründe ne yaparsa mutlaka onu kendisi de görecektir.

Şahıslar :

“Bülbülcü” adında bir devlet görevlisi, görevinde başarılı, adını duyurmuş birisidir. Ağzı bozuktur. Hikaye boyunca hep konuşuyor. Karşısındaki Savcı Bey’in hiçbir sorıusuna yer verilmiyor, ancak sanki konuşuyor gibi cevaplar veriliyor. Bülbülcü hizmet etmesine rağmen karşılığını alamadığı için çok sinirli.

 

Özet:

 

Savcı Bey’in huzurundaki şahsa “Bülbülcü” demelerinin nedeni konuşmayan suçluları bülbül gibi öttürmesi imiş. Bir gün dut yemiş bülbül gibi birisini bu adama göndermişler. Doktor, kalbi var, dememiş bile. Sol yanından elektriği vermesiyle ölmesi bir olmuş. Sonra devlet hizmeti uğruna teslim olmayı kabul etmiş. “İki – üç ay verirler, sonra da tecil olursun” demişler, ama on beş sene ceza alınca adam kaçmış. Sonra bir restoranda çalışırken kim yaptı ise soygunu adam üzerine ihale etmişler.

Bülbülcü’nün zoruna giden konuşmayanlara aynı odanın içerisinde sanki bir yere gidiyormuş gibi eziyet metodunu kendi üzerinde uygulamış olmalarıdır. “Eğ kafanı, tünelden geçiyoruz; kaldır, şimdi sola, dön sağa.”

Zamanında peşinde gezen kişiler tarafından işkencelere maruz kalmak çok zordu. Sonra soygunu kabul eden ifadeyi de zorla imzalatmışlardır.

Adam mahkeme huzuruna çıkacaktır.   

 

Zaman ve Mekan : Zaman çok dardır. Çünkü bir şahsın anlatımıdır. Bu gerçek zamandır. Bir anlatım olduğu için mekan da tektir. Burası galiba Savcı Bey’in odasıdır.

 

Plan :

Öyküye Bülbülcü’nün ifadesiyle giriliyor ve ifadesinin bitmesiyle son buluyor. Bülbülcü’nün devlet adına yaptıkları sırasıyla izah ediliyor.

 

Dil ve Anlatım :

Öykü tek şahsın ağzından olduğu için günlük konuşma tarzındadır. Dil sadedir. Anlatım sorularla pekiştirilir. Bülbülcü Savcı ile samimi konuştuğu için halk deyimlerine çok yer veriyor: “vurun abalıya!” (sayfa 25), “düşme kalkmaz bir Allah.” (sayfa 25). Anlatım akıcı ancak fazla argo içeriyor. Olayı komikleştiren bir anlatım vardır.

 

  1. KİMİNİ ŞAHİN TIRMALAR

 

Konusu : İstanbul’un belli yerlerinde bir gün analtılıyor.

Ana fikri : Hiçbir varlık hürriyetine engel olunmasını istemez.

Şahıslar:

Hikayenin kahramanının ismi verilmiyor. O öyküyü kendisi anlatıyor. Bir gözlemci gibi çevreyi anlatıyor. Uzun süre hapiste kalmış bir kız.

 

Özet :

Bir gemi iskeleye yaklaşıyor. Nermin, Bitli Ayşe, Döndü Abla ve diğerleri. Hepsi bir an önce iskeleye çıkmak için birbirini eziyor. Çevrede sucular, at arabaları, boyacı sandıkları…

Yeni Cami’nin avlusunda güvercinler, onlara yem atan çiftler… Caminin yan tarafı sıra sıra dükkanlar… Dükkanda çeşit çeşit hayvanlar: balıklar, kuşlar…

Sonra bir şahin dikkatini çekiyor, kurtulmak için çırpınan bir şahin… Yirmi beş bin değerinde idi. bu şahine herkes sinirli bakarken o, onun hürriyetini seviyordu. Sonra şahin birden harekete geçti ve kızın yüzünü tırmaladı.

 

Zaman ve Mekan : Belli bir zaman olmamakla birlikte bir günü kapsıyor. İstanbul’un belli yerlerinde geçen bir hikayedir.

 

Plan :

Hikaye İstanbul’a gelişten giriş yapılarak, İstanbul’un belli yerlerinin anlatımı ile devam ediyor. Şahinin kızı tırmalaması ile son buluyor.

 

Dil ve Anlatım :

Dil sade ve sanat yok. Bir kişinin ağzından aktarılıyor. Betimlemeler oldukça fazla.

 

  1. BİR ASANSÖR YOLCULUĞU

Konusu : Bir asansör yolculuğunda yaşananlar anlatılıyor.

Ana fikir : Hayat bir koşuşturmadır.

Şahıslar :

·        Ali Usta : Tamirci. bu iş hanında çalışan, sözünü esirgemeyen yaratılışta, evli kimse. 

·        Sevim : Nişanlı ve bu iş hanında sekreter. Ali Usta’yı beğeniyor.

·        Aysel Hanım : 9. katta çıtı pıtı sekreter.

·        Hamdi Çetin : Evli bir avukat.

·        Hilmi Bey : Emekli memur, romatizmasından rahatsız.

·        Erkan Acar : İthalat firmasının gen ve dinamik yöneticisi, gösteriş budalası.

·        Cüneyt ve Oya : Evlenme hazırlıkları yapıyorlar.

·        Necmiye Hanım : 9. katta telefonlara bakıyor.

İşte bu şahısların hepsi bir asansör yolcularıdır.

 

Özet :

Başkentte görkemli bir iş binasının asansörü zemin kata iniyor. Vatandaşlar tam binecek iken Ali Usta, “çıkın kardeşim, kapı takıldı.” Diye uyardı. Sonra herkes beklerken Ali Usta asansör üzerinde bir iki zıplayarak çalıştırdı. Ali Usta kumandayı eline aldı. 4. katta Avukat Hamdi Çetin ve ithalatçı firmanın genç yöneticisi Erkan Acar indiler.

Sonra 8. katta evlilik hazırlıkları yapan Cüneyt ile Oya indiler. Ardından romatizmalarından rahatsız Hilmi Bey indi.

Koridordan topuk sesleri geliyordu. Onu beklediler. Kendini beğenmiş bir havası olan kadın etrafa çalım atıyordu. Düğmeye basmaya çalışıyor ama gitmiyordu. Ali Usta, “Eldiveni çıkaracaksınız hanımefendi. Eldivenle çalışmaz,” dedi. Bunun üzerine Sevim ile göz göze geldiler. Sevim Ali Usta’nın her hareketini beğeniyordu. Sonra 9. katta bir büroda telefonlara bakan Necmiye Hanım, Ali Usta ve Sevim indiler. Ali Usta ile konuşmak için fırsat kollayan Sevim ardından gitti. Ali Usta ise sekreter Aysel Hanım’a siparişleri veriyordu.

 

Zaman ve Mekan : Bir sabah vakti. Herkes işine yetişmeye çalışıyor. Başkentin ortasında bir asansörü mekan olarak görüyoruz.

 

Plan :

Asansörün zemin kata inişiyle asansörün yapılışına kadar giriş bölümüdür. Sonra asansörün yapılmasıyla gerçekleşen asansör yolculuğunda yaşananlar gelişme bölümüdür. Sonuç bölümünde de Ali Usta’nın Sevim Hanım’ın yanına gitmesi anlatılıyor.

 

Dil ve Anlatım :

Öykü bir gözlemci tarafından aktarılıyor. Tüm şahıslar tanıtılarak öyküdeki yeri gösterilmiştir. Halk deyişlerine yer verilmiştir: “Gözünün yağını yiyim…” (sayfa 34). Olay yok, durum anlatılıyor. Dil sade, sanat yok. Cümleler düz ve kısadır.

 

 

  1. TARAK

Konusu :

Bir kızın Mamak Cezaevinde İstanbul cezaevinde çektiği işkenceleri hatırlaması.

Ana fikir :

Özgürlüğün değerini en iyi mahkumlar anlar.

Şahıslar :

Kişilerin isimleri verilmiyor. O kadar işkence çeken ve İstanbul’dan Ankara’ya gelen kız. Daha sonraki kişiler ise diğer mahkumlar. Bunlardan birisi açık kumral saçlı bir erkek.

 

Özet :

Koskoca Mamak Cezaevi siyasi tutukluları almaz olunca kadınları kentin dışındaki okuldan bozma binaya taşıdılar. Onun ilk ayları idi ve şaşkındı.

Binanın geniş pencereleri dış hayat ile ilişki kesilsin diye önce demirlendi ve sonra boyandı. Uzaktan gelen banliyo treninin düdüğü dışarıda hayatın devam ettiğini bildiriyordu. Onlar hala ceza almamışlardı.

Yan bina okul idi. Bir kez simitci gelmişti pencerenin dibine kadar. Okul sanmıştı burayı. Sonra askeler simitciyi kovaladı.

Belediye otobüsleri tırtıl gibi kıvrılarak gidiyordu. O hiç semiyordu otobüsleri. Otobüsler ona iki görevli eşliğinde İstanbul’dan Ankara’ya getirilişini hatırlatıyordu. İstanbul’da sabah gazete keyfi, çay, sigar, kalem, kağıt vardı. Ama bunları Mamak’ta bulamıyordu.

Pencerenin hemen dışındaki tarağa dikkat etti. Pencerenin hemen üzerindeydi. Galiba birisi unutmuştu. Tarağa özenmek kaçınılmazdı, çünkü o özgürdü.

Sorgu için gözleri bağlı getiriliyor. Tekmeleyip oturtuyorlar. Bileklerinden kelepçeli. Kelepçeler zincire bağlı. Falaka… Gün boyu sorgu bekleyen insanların varlığını nefeslerinden anlıyorsun. Dışardan inleme sesleri geliyor. Zinciri çekince karşıdan zincir çekiliyor. Orada birisi gözlerini birez serbestleştirmesini istiyor. O zaman anladı ki yanındaki ile aynı zincire bağlılar.

Günde iki kez tuvalet izni var. Biri sabah, biri akşam. Bir zamansız gelen kanamalar. Tuvalete geldiğini kokulardan anlıyorsun.

Gözlerini araladığı vakit birini görüyor. “Açık kumral saçlı, elmacık kemikleri çıkı.”

Kum torbaları ile dövülüyor. İç organlar tahrip olsa da vücudun dış kısımlarında iz olmuyor.

Tüm bunları bir tarak ve otobüs hatırlatacak sana.

 

Zaman ve Mekan : 1980 ihtilalinden sonra yaşanmıştır. Mamak ve İstanbul cezaevleri mekan olarak kullanılmıştır.

 

Plan :

Giriş bölümünde mahkum kızın bulunduğu cezaevnin tanıtımı yapılıyor. Gelişme bölümünde geçmiş günlerin hatırlanması vardır. Sonuç bölümünde ise kızın trağa bakması ve kendine gelmesi ele alınıyor.

 

Dil ve Anlatım :

Bir kişinin gözünden aktarılan bir öyküdür. Anlatan kişi seyircidir. Yer yer betimlemelere ve halk söyleyişlerine değinir. Klasik anlatım tarzı vardır. Dil sade, cümleler genelde devriktir. Olay çeşitli değildir. Sadece bir kızın hapishane hayatı ele alınıyor. Benzetmelere ağırlık verilmiştir.

 

  1. RADYATÖR DAVASI

Konusu:

Ana fikir : Seval adındaki mahkumun sayım çavuşu ile komik olayı.

Şahıslar : Komik olaylar her gün hukuk sistemini işgal ediyor.

·        Seval : Mahkum ve davalı. “Kızın boyu bir elli beş, kilosu kırk beş” (sayfa 60)

·        Sayım Çvuşu : Anlatan kişi ve davacıdır. “Çavuşun boyu bir doksan, kilosu yüz on.” (sayfa 60)

·        Serpil : “Zayıf nahif, kansızlık çeken bir kız.” Mahkum.

·        Sakine : Tıp öğrencisi, mahkum.

·        Neslihan, Ayşe, Gülcin, Nevin, Lale.

 

Özet :

Yargıçın önünde iki kişi; birisi erkek, birisi bayan. Yargıç adama anlatmasını istedi ve adam anlatmaya başladı:

Açlık grevi yapıyordu bayan koğuşu. Sayımlar arttırılmıştı. Koğuşun en kıdemlisi olan Neslihan devamlı kapı yanında. Sıraya geçiyorlar ve hole sırayla griyorlardı. Sayımsırasında copla yer misin yemez misin!

O gün sayımda en son kişi Deniz idi. Son kişinin “Sondur komutanım” demesi isteniyordu. Ancak Deniz telaşla unutmuş olmalı, bir türlü söyleyemedi. Bir sonraki dayağın kahramanı Serpil idi. O da unuttu ve dayağı yedi.

İşte o gece sıraya dizildiler. Ayşe, Serpil, Deniz, Neslihan, Seval, Sakine, Lale, Gülçin ve diğeleri… İşte o sayımda Seval sayım çavuşunun üzerine delir:

 

         Bu kız mı saldırdı sana?

         Evet komutanım.

         Ben kenera çekildim.

         Sonra ne oldu?

         O hızla çarptı komutanım.

         Neresini çarttı?

         Yanağını çarptı komutanım.

         Nereye çarptı?

         Radyatöre çarptı komutanım.

 

Zaman ve Mekan : Zaman belli değil. Ancak olay anlaıldığı için mahkeme vakti diyebiliriz. Mahkeme salonu ve koğuş ise mekanlardır. 

 

Plan :

Giriş bölümünde baş iki kahramanın özellikleri verilip karşılaştırma yapılmıştır. Gelişme bölümünde sayım çavuşu olayı anlatır. Sonuç bölümünde ise kızın kafasını radyotere vurduğu sözü edilerek ilginç şekilde bitiriliyor.

 

Dil ve Anlatım :

Karşılıklı konuşmalar  fazladır. Tiyatro tekniğine uygundur. Konuşmalar çok olduğu için cümleler genelde devriktir. Mizahi bir anlatım vardır. Önce olaya zemin hazırlanmak isteniyor. Böylece başkahramanlar anlatılıyor. Dil sade, akıcı. Akıcılığı sağlayan karşılıklı konuşmalardır.

 

  1. ŞİMŞEKLE GÖKGÜRÜLTÜSÜ

Konusu : Şimşekle gökgürültüsünün hikayesi bu hikayenin konusudur.

Ana fikir : Umutsuz yaşanmaz.

Şahıslar :

v     Şimşek : Nazlı güzel bir kız.

v     Yıldırım : Şimşeğin babası.

v     Yağmur : Şimşeğe aşıktır.

v     Gökgürültüsü : Haşin ve kaba birisidir.

 

Özet :

Kahramanımız o gece eve dönerken hâlâ sarhoştu. Sözde eğlenmişti. Hava kapalıydı. Yer yer şimşek çakıyor, gök gürlüyordu. Gökyüzünü seyre koyuldu. Her şimşeğin ve gökgürültüsünün ayrı bir kişiliği vardı sanki. Şimşek hem sevindiriyor hem ürkütüyordu. Şimşeğin dişi gökgürültüsünün erkek olduğunu anladı. Sonra yağmurla konuşmaya başladı. Yağmur şimşekle gökgürültüsünün masalını anlatmaya başladı:

Şimşek gökyüzü saraylarında oturan güzel bir kızmış. Yağmur ona aşıkmış. Ama ona bir türlü erişemezmiş. Şimşeğin babası öfkeli yıldırımmış. Yıldırımın at uşağı, fedaisi olan gökgürültüsü demir gibi güçlü bir oğlanmış. Ortalığı yakar, yıkarlarmış birlikte.

Günlerden bir gün yıldırım yeryüzüne iner. İnsanoğlu onun ateşinden çalar ve onu sakatlar. Saraya inleyerek geldi. Fakat uşağının kızını kaçırdığını öğrendi. Bunu öğrenince yatalak oldu. O namuslu şimşek bundan sonra bir sürü şıllığın anası olmuş. Yağmur öfkesinden nasıl yağacağını şaşırmış. Yıldırımın ateşini çalan insanoğlu da çok ahlaksız olmuş. Yağmur bu iki çirkefin ortasında kalmış. Her şeyin eski günlerdeki gibi olması için bekler dururmuş. 

 

Zaman : 1- O gece (kozmik zaman)   2- Evvel zaman içinde (varsayılan zaman)  

 

Plan :

Giriş bölümünde kahramanımızın sarhoş gezmesinden bahsediliyor. Gelişme bölümünde yağmurun ağzından şimşeğin masalını dinliyoruz. Sonuç bölümünde ise yağmurun bir bekleyiş içerinde olduğunu öğreniyoruz.

 

 

 

Dil ve Anlatım :

Masalsı bir anlatım vardır. Akıcı bir dil kullanmıştır. Teşhis ve intak sanatlarına başvurulmuştur.

 

  1. CİN, PERİ, CADI, DEV MASALI

Konusu : İnsanların ölümsüzlük isteklerine kavuşmayıp cinlere, perilere, cadı ve devlere kaptırmaları bu hikayenin konusudur.

Ana fikir : Kendi düşen ağlamaz.

Şahıslar :

o       İnsanoğlu : Güzellik peşinde koşan, Tanrı’ya asi yaratıklar.

o       Cin, peri, cadı, dev : İnsanlar sayesinde ölümsüzlük kazanan yaratıklar.

 

Özet :

 

Kahramanımız bir cenaze töreninden sonra yine masalcı dedenin yanına gelir ve ölümden yakınır. Bunun üzerine masalcı dede anlatmaya başlar.

 

Evvel zaman içinde tüm yaratıklar ölümü severlermiş. İnsanlar onların başıymış. Aralarındaki kötü kişileri cinlerin arasına, aptalları devlerin arasına, çirkinleri cadılar arasına, budala güzelleri perilerin yanına yollarlarmış. Hep iyi kişilerden oluşurmuş insanlar.

 

Gel zaman git zaman insanlar yaratmaya özenmişler. Tanrı da izin vermiş. Bir süre sonra güzelliğin peşinde koşmaya başlamış, perilere tapmaya başlamışlar. Tanrının katında değersiz bir hale gelmişler. Perilerin ölümsüzlük isteğini Tanrıya söylememiş, cinler aracılığı ile söylemişler. Cinler de kendilerine kötülük istemiş. Tanrı insan haricinde cadı, cin, peri ve devlere ölümsüzlük vermiş. İnsanlar artık Tanrı ile konuşamaz olmuşlar.

 

Zaman : 1. Bir cenaze töreninden sonra (kozmik zaman)

2. Evvel zaman içinde (varsayılan zaman)

 

Plan :

Giriş bölümünde kahramanımız ölümden yakınmıştır. Gelişme bölümünde masalcı dede insanoğlunun masalını anlatır. Sonuç bölümünde ise ölümsüzlüğün başka varlıklara kaptırıldığından söz eder.

 

Dil ve Anlatım :

Masalsı bir anlatım vardır. Teşhis ve intak sanatlarından faydalanılmıştır. Akıcı bir dil kullanmıştır.

 

  1. ZAMAN MASALI

Konusu : Masalların neden hep evvel zaman içinde geçtiği sorusunun cevabı hikayenin konusudur.

Ana fikir : Zaman dediğimiz şey mutsuzlukla umudun karışımıdır.

Şahıslar :

Bilge İnsan : Mutluluğa nasıl ulaşabileceğini gösteren kişi.

 

Özet :

Kahramanımız o gün dedeye “Neden hep masallarda evvel zaman içinde olur” sorusunu sorunca, masalcı dede anlatmaya başlar.

İnsanlar zamansız yaşarlarmış. Mutlular mutluluğu kaybetmekten, mutsuzlar mutlu olamamaktan korkarlarmış. Günlerden bir gün bilge yetişmiş. Bu mutlu bilge herkesle ilgileniyormuş. Tersine akan bir nehir bulmuş. Anlamış ki bu nehir insanın mutsuzluğunu götürüyor. İnsanlar aylarca bu nehirde yıkanmışlar. Herkes mutlu olduğunda nehir kurumuş, bilge de ölmüş. Fakat anlamışlar ki bu nehir umutları da alıp götürmüş.

Tersine akan bu nehrin döküldüğü krater derinliklerinde zaman adlı acayip nesne saklarmış. Nehir kuruyunca mutsuzlukla umut zamanın dev gövdesine sızmış. Birbirini ararlarken zamanın içinde erimişler. Müthiş bir patlama olmuş, mutsuzluk yanardağından kızgın lavlar püskürmüş. Lavlar umut sıradağları çevresinde donmuş. Yeryüzünde zamanın aşındırmadığı hiçbir yer kalmamış. Hele insanoğluna ettikleri. İşte zaman her şeyi etkisi altına aldığından beri bütün masallar zaman içinde gerçekleşirmiş.

 

Zaman : 1- O gün (kozmik zaman)

2- Evvel zaman içinde (varsayılan zaman)

 

Plan :

Giriş bölümünde kahramanımız masalcı dedeye soru sorar. Gelişme bölümünde masalcı dede sorunun cevabına karşılık zaman masalını anlatır. Sonuçta ise kahramanımız sorusunun cevabını almıştır.

 

Dil ve Anlatım :

Masalsı bir anlatım vardır. Olağanüstü unsurlar hakimdir. Akıcı bir üslup kullanılmıştır.

 

  1.  ORMANLA AĞACIN DİYALOGU

Konusu : Yalnız bir çam ağacıyla ormanın diyalogu hikayenin konusudur.

Ana fikir : Doğadaki hiçbir şey insana muhtaç değildir, zarar vermesinler yeter.

Şahıslar :

Ø      Yalnızçam : Ormana varmak için uğraşan, umutlu ağaç.

Ø      Orman : Yalnızçamı kendilerine katılmak için çağıran topluluk.

Ø      Zeytinlik : insanların doğaya fayda sağladığını düşünür.

 

Özet :

 

Kahramanımız o gün masalcı dedeyi kulübesinde bulamamıştır. Onu aramak için ormana doğru yol aldı. Sonra yoruldu, bir çam ağacının dibine çöktü. Rüzgarın, ormanın sesini dinledi. Yaslandığı yalnız çam ağacından da sesler geliyordu. Dinlemeye karar verdi. Yalnızçam ormana varmak için uğraşıyordu. Çok yalnızdı. Fakat ormandaki ezilen bazı ağaçlar burada nefes bile alamıyoruz diyorlardı. Orman üzgündü. Yalnızçam umutluydu. Fakat ormana ulaşmadan ölmekten korkuyordu. Zeytinlikle orman diyaloga başladılar. Orman ve yalnızçam ne insanlar ne hayvanlar bize zarar vermesinler, yeter diyorlardı.

Kahramanımız masalcı dedeyi bulamamıştı. Hiçbir sonuca varamadan gitti. Kafasında bir türlü düşünce vardı. 

 

Zaman : O gün (kozmik zaman)

 

Plan :

Giriş bölümünde kahramanımız masalcı dedenin kulübesine gelir fakat onu bulamaz. Gelişme bölümünde bir ağacın dibinde otururken ağaçla ormanın diyalogunu görüyoruz. Sonuçta ise olanlara karşı bir çözüm bulamamıştır. 

 

Dil ve Anlatım :

Masalsı bir anlatım vardır. Teşhis ve intak sanatlarından faydalanılmıştır. Akıcı bir dil kullanılmıştır.

 

Sensiz Yaşıyamam (İlhan ÖZÜKİL)

Yayınlandı: 21 Ocak 2008 / İnceleme

SENSİZ YAŞIYAMAM

 

KÜNYESİ :

Eserin Adı : SENSİZ YAŞIYAMAM

Eserin Yazarı : İLHAN ÖZÜKİL

Yayın Yeri : Arif Bolat Kitapevi – İstanbul

Yayın Yılı : 1944

Sayfa Sayısı : 90

 

 

Romanın Konusu : Ferruh, Leman ve Makbule üçgeninde geçen aşk hikayesi romanın konusudur.

 

Romanın Anafikri : Aşk ne kadar duygusal bir his olsa da sevgi vereceğim derken insanlara zarar vermemek için mantıklı davranmak gerekir.

 

Romanın Özeti :

 

Başkalarının şartlarına uyarak kalabalık içinde, yarı hür bir yılbaşı eğlencesini sevimli bulamayan aile, yılbaşını evlerinde eğlenerek karşılamaya karar verdiler. Dört kişiydiler: Yaşlı bir baba, karısı Gülizar Hanım, kız kardeşi Zaika ve oğlu Piyanist Ferruh. Ailenin tüm fertleri masa başında oyun oynayarak eğlenirlerken Zaika Hanım’ın rahatsızlığının arttığı yüzünden belli oluyordu. “Zaika Hanım otuz yaşlarında, dul bir kadın olup kalbinden rahatsızdı. Bir hafta evvel hastaneden çıkmıştı. Tedavisine evde devam ediliyordu. Fazla heyecan veya endişe hasta kadının kalbinde çarpıntılar husule getirerek ona rahatsızlık verebilirdi” (sy. 4). Zaika Hanım bayıldı ve Zühtü Bey ile Ferruh onu hastaneye götürdüler. Doktor, beklemenin faydasız olduğunu, istedikleri zaman telefon ile durumu öğrenebileceklerini hasta yakınlarına bildirdi.

 

Hastanenin görevlilerinden Leman Hemşire hastayla çok alakadar oluyordu, çünkü Zaika Hanım’ı çok sevmişti. Zaika Hanım’ın dost olduğu bir başka kişi ise bir zaturre hastası idi. Bu hasta on yedi yaşlarında, beyaz yüzlü, kumral saçlı Makbule Hanım idi.

 

Leman Hanım ile Ferruh önceden tanışıyorlardı, Ferruh Leman’a gitar dersi veriyordu. O ne kadar piyanist olsa da gitardan da anlıyordu. Ancak Ferruh, Leman ’a halasının aynı hastanede yattığını söylememişti. Leman Hanım çok sevdiği hastası Zaika Hanım’ın Ferruh’un halası olduğunu onun ziyarete geldiği gün öğrendi.

 

Leman Hemşire sorumlu olduğu diğer koğuşta yattığı Sami’yi seviyordu. Zavallı kız Sami ile Ferruh arasında tercih yapamıyordu. Ferrruh ise halası ile aynı koğuşta yatan Makbule’ye dikkat kesilir ve yüreği çarpar. Zavallı kızın ziyaretine kimselerin gelmediğini belirten hala, Ferruh’un kıza olan ilgisini anlamıştı.

 

Leman izin günlerini teyzesi Pakize Hanım’ın evinin alt katında gitarla meşgul olarak geçiriyordu. Pakize hanım sessiz, yaşlı ve dul bir kadındı.

 

Ferruh şimdi hastaneye giderken hiç olmayan bir kararsızlık içindeydi. Hastaneye teyzesi için mi, Makbule için mi yoksa hemşire için mi gidiyordu? İşte öyle bir kararsızlık içinde hastaneye giden Ferruh, Makbule’yi ziyarete gelen Necip’i görür. Necip, hasta kızın amcasının oğlu idi. Öyle bir tesadüf ki, Necip ile Ferruh arkadaşlardır. Necip Ferruh’la kısa bir hasret gidermeden sonra doktoru görmeye, Leman ise Sami’nin yanına gitti. Sami böbreğinden rahatsız bir öğretmen idi. Leman bu hastaya hem görevi icabı hem de sevginin etkisiyle moral vermeye çalışıyordu: “Büyük bir evimiz olacak. Sen her gün dersler bitince talebelerini bırakıp mektepten eve geleceksin. Çocuklarımız olacak. Mesut bir aile yuvası kuracağız.” ( sy. 24)

 

Necip, Ferruh’a amcasının kızını köşke götürmek istediğini ve doktorların da düşüncesi nispetinde oranın havasının hastalığına iyi geleceğini söyledi. Necip ardından halasının sıhhate kavuşması ile onları da köşkte görmekten duyacağı memnuniyeti ifade etti. Necip’in bu son teklifine galiba en çok sevinen yüzü gülen Makbule olmuştu. Ayrıca Necip arkadaşının müzisyen olduğu söylemesi ile hasta kızın memnuniyeti biraz daha arttı.

 

Leman görevli olduğu koğuşun değişmesi üzerine Sami’ye olan ilgisini biraz kaybetmişti. Sonra hemşire kız izne ayrıldı. Sami sevdiği kızın bari haftada bir kez ziyarete gelmesini istemişti. Ancak Leman musikiye büyük bir düşkünlük göstererek evden dışarı adımını atmamaya ve devamlı gitarı ile meşgul olmaya başlamıştı. Ferruh haftada iki kez Leman’a ders anlatmaya gidiyordu. Leman, Sami’ye olan ilginin acımaktan ibaret olmasından korkuyor ve Ferruh’u da sevemiyordu. Çünkü ilk sevdiği doktor kendisini aldatmış, başka bir kızı sevmişti.

 

Artık bahar sona ermiş, yaz sıcaklığını iyiden iyiye arttırmıştı. Önde Nahit ile Gülten, arkalarında Leman ile Ferruh ve en arkada Fethi ile Müjgan çevresi yeşillikleri içinde olan bir yoldan yürüyorlardı. Sonra büyük bir ağaç altında yemek yediler. Fethi yerinde duramıyordu, mülver kökü bularak yedi. Fethi arkadaşlarına da teklif ediyor, ardından içinde afyon olduğunu ve fazla yerlerse zehirleyeceğini söyleyerek uyarıyordu. Sonra dördü yerlerinden kalkıp gezmeye çıktılar, Ferruh ve Leman orada kaldı. İkisi de müziğin o rahatlığı içinde sevdalarını dile getiriyorlardı.

 

Akşam herkes evine döndü. Ferruh düşünüyordu; bir genç kızın en kıymetli mevhibesini, o bir ağaç gölgesinde bir andan istifadeyle gizlice almıştı. Suçluluk duygusundan kurtulan Ferruh, birden Makbule’yi düşünmeye başladı. Bir anda silkinir gibi “Hayır, ben Makbule’yi seviyorum ve yalnız onu sevebilirim,” dedi.

 

Ferruh bir ay için konsere gideceğini ve bu süre zarfında görüşemeyeceklerini söyledi. Konser yoktu, onun amacı köşke gidip Makbule’yi görmekti. Leman ise Sami’yi uzun süredir ziyaret etmediği için düşünceli idi. Ziyaretine gelmeyen Leman’a mektup yazıp ameliyata giren Sami, ameliyat sonrası çok bitkindi. Zaten tek böbreği önceden alınmış, ameliyatın şansı yüzde beşti. Rüyasında Leman ile hasret gideren hasta yürek artık bir daha atmamak üzere durmuştu.

 

Beyaz bir köşkün bahçesinde Makbule ile Necip aşk üzerine konuşuyorlardı. Bu konu Makbule’nin okuduğu aşk romanından açılmıştı. Necip aşkını dile getirdi: “Sensiz yaşıyamam.” Ancak Makbule bu aşka karşılık vermek bir tarafa onun tek düşüncesi Ferruh idi.

 

Necip’in babasının İzmir’de bağları ve arazileri vardı. Bu nedenle Necip temmuzda İzmir’e gitmeliydi, ama şu hasta kızı bırakıp nasıl gidecekti? Ancak on beş günü vardı. Bu süre zarfında Makbule ile anlaşıp nişanlanmak arzusu vardı, çünkü gidince uzun süre dönmeyecekti. Her geçen Necip’in ümidini kıran hasta kızın gözlerinin çevresi uykusuz gözler gibi kararıyordu. Doktorlar kızın ciğerlerinin iyice bozulduğunu ve hastalığın seyrine devam ettiğini belirtiler. Kızın karyolası bahçeye konuldu, hemen öteye ise Necip için bir karyola atılırken evin hizmetkarı Hüsmen Çavuş için de bir karyola atılması ihmal edilmedi. Geceleri Necip uyanarak Makbule’nin üzerini ötüyor, ruhî bir mana kazanan güzelliğinden bir buse alarak seyre dalıyordu.

 

Sonunda ziyarete gelen Ferruh, Necip’in isteği üzerine fazla dinlemeden piyano başına geçti. Daha sonrasında hasta kıza sevgisini dile getiren müzisyen genç, “Size verdiğim sonsuz sevgim bırakın sizde kalsın, onu geri çevirmeyin,” dedi. Bu sözlere Makbule’nin karşılığı “Hayır, onu kabul edemem,” oldu (sy. 58). Makbule, bu sevgiyi uzun süre kalbinde taşıyacak kişinin hak ettiğini vurguladı. Makbule genç aşığı reddetti ise de içinde sonsuz bir aşk taşıyordu: “…. Bugün üzerinde gezdiğim şu yerler çok geçmeden benim ebedi istirahatgahım olacaktır. Vücudum toprağın kucağına serilip, ruhum benden uzaklaştığı zaman onunla yalnız bir şeyin ebediyen birleşip kaybolmayacağını biliyorum. O da benim aşkımdır.” (sy. 60)

 

Leman izin günlerinin bir an önce bitmesi için bekleyişteydi. Hastaneye gitmek istiyordu ancak izinli olduğu halde gitmesinin dikkat toplayacağını bildiği için gidemiyordu. Aynı zamanda Ferruh’un kendisini kandırıp kirlettiğini düşünen genç kız, belki de karnında ondan bir parça taşıyordu. Ama Leman, Sami’nin kendisini her haliyle kabul edeceğini düşünerek teselli buluyordu.

 

İzmir’e gitme zamanı geldiği için üzüntülü olan Necip gece Makbule uyurken ondan uzun bir buse aldı. Makbule gözlerini araladı, ancak hasta kız onu bir daha tekrarlamaması için uyarmaya gerek duymadı, çünkü yarın gidecekti.

 

Makbule’nin ailesinin alakasız olmasından dolayı köşk istirahatı için uygundu. Artık kız iyice yatağa bağlanmıştı. O sıra Ferruh gelmişti ve birlikte gelecek planları yapıyorlardı. Kız mesuttu ama öleceğini de biliyordu: “Beni sakın unutma. O gün piyanoda o ilk parçayı çaldıkça beni hatırla. Ruhum parmakların arasına gelecektir. Ellerini oynattığın zamanlar onu sevip okşamış olacaksın” (sy. 70). İki aşık muhabbet ederken Necip’ten çok hasta olduğunu ve yarın döneceğini belirten bir telgraf aldılar. O anda Makbule, Necip’in kendisini daha önceleri de öptüğünü de düşünerek sarardı. O an kız fenalaştı. Doktorun tavsiyesi üzerine yatağı içeri aldı ve Ferruh da gitmenin doğru olacağı düşüncesiyle ayrıldı. O gece zavallı kız sevgisini sayıklayarak öldü.

 

Ertesi gün Necip köşke gelir gelmez Makbule’nin anne ve babasının da dahil olduğu kalabalık ortasında tabutu görünce mahvoldu ve kimse görmesin diye saklandı. Uzun süre sonrasında Mümtaz Beyin emri ile zavallı kızın gülleri çok sevmesi dolayısıyla Hüsmen Çavuş gül almaya güllerin arasına dalınca Necip’i görür. İçindeki aşk ile yok olan gencin hemen yanında birkaç damla kan gören hizmetkar hemen efendisine koştu. “Necip Beyi öldürmüşler!”

 

Üzücü olaylar yüzünden yatağa mahkum olan baba ve kocasını yalnız bırakamayan kadın cenazeye katılamadı. Herkes Necip ile Makbule’nin birbirini sevdiğini düşünüyordu ve bu sebeple mezarları yan yana idi.

 

Ferruh koşarak köşke geldi ancak kimse yoktu. Ertesi gelip olanları duyan Ferruh yıkıldı. Genç kızın “seni bir daha görmeden ölmek istemiyorum. Biliyorum yarın geleceksin. Fakat senin sanatkar parmaklarında saçlarımı okşayamayacaksın,” sözlerini duyan Ferruh, bu sözlerin kendisine hitaben olduğunu anladı. İlk başta ölmek isteyen ve sevgilisine kavuşma arzusuyla yanana Ferruh, sonra aşkının vasiyetini aklına getirdi. Her piyano çalışında onu hatırlayacaktı.

 

Ferruh epey bir süre sonra Leman’ı düşünmeye başladı. Hastaneye gitti, Leman ortada yoktu. Sami’nin mektubu verdiği yaşlı adam her şeyi anlattı: Leman’ın izni dolunca Sami’nin ölümünü duymuş ve çok üzülmüş. Mektubu okuyup bayılan kız sonraları zehir içmiş. Ama sonra iyileşmişse de tekrar hastalanmış ve o günden sonra görmemişler. Hala mektubu saklayan adam kağıdı Ferruh’a verdi. Ferruh kızın teyzesinin evine gitmiş. Kız hamile olduğu için zehir çocuğu öldürmüş ve Leman’ı ameliyata almışlar fakat kurtaramamışlar. Bunu anlatan teyze çok kızgındı, buna neden olanı eline geçirse öldürecekti.

Ferruh dışarı çıktı. O artık yalnızdı. “Ah hayat… Ah yalnızlık,” dedi. “Nihayet bir gün hepimiz yalnız olarak mahiyetini bilmediğimiz bir alemin esrar dolu karanlıklarına gömüleceğiz.” (sy. 90)

 

 

Şahıslara Bağlı İnceleme

 

1. Dereceden Şahıslar :

 

ü      Ferruh : “Muhayyilesinde siyah, çatık kaşlarla manalaşan dolgun yuvarlak çehreli, esmer bir piyanistin hayali kımıldandı.” (sayfa 25).

ü      Makbule : “Dağınık kumral saçlarının çevrelediği beyaz çehresini süsleyen hafif pembe yanakları zaman zaman kızarıp yanıyor, sonra yine solarak eski haline dönüyordu.” (sayfa 7). “… on yedi yaşlarında genç bir kızla …” (sayfa 7). “Bu hasta kızın ismi Makbule’dir. Yirmi günden beri zaturreden yatıyormuş. Ama henüz bir kerecik annesi gelmemiş. Ailesi 

ü      Necip : Makbule’nin amcasının oğlu, Ferruh’un uzun yıllar öncesindeki arkadaşıdır. Zayıf, duygusal ve çekingendir.

ü      Leman : “Annesi ve babası o küçükken ölmüşlerdi.” (sayfa 18) . Hemşire.

 

2. Dereceden Şahıslar :

 

Ø      Zaika Hanım : “Zaika Hanım otuz beş yaşlarında dul bir kadın olup kalbinden rahatsızdı. Bir hafta evvel hastaneden çıkmıştı.” (sayfa 4).

Ø      Pakize Hanım : “Leman’ın teyzesi Pakize Hanım çocuksuz, yaşlı bir kadındı. Pek de konuşkan değildi.” (sayfa 18)

Ø      Sami : “… deminki kumral saçlı, solgun yüzlü hasta muallim…” (sayfa 25).

Ø      Hüsmen Çavuş : Necip’in köşkünün hizmetkarı.

 

Kendisinden Bahsedilen Şahıslar :

 

v     Mümtaz Bey : Makbule’nin amcası, Necip’in babası.

v     Kemal Bey : Leman’ın eniştesi, Pakize Hanım’ın ölmüş olan kocası.

v     Makbule’nin Annesi ve Babası : “… Ailesi şefkatsiz insanlar.” (sayfa 15)

v     Gülizar Hanım : Ferruh’un annesi.

v     Zühtü Bey : Ferruh’un babası.

v     Ferruh’un Arkadaşları : “Önde Nahit ve Gülten, peşlerinde…. ve en arkada Fethi ile Müjgan.” (sayfa 35)

 

Romanda Zaman : Bir yılbaşı akşamı başlayan olaylar diğer yılbaşını yakalayamıyor. Romanın zamanı sekiz – on ay ile sınırlıdır. Bunu Necip’in Ağustos mevsiminde İzmir’e gidişinden anlıyoruz. Bu gidiş pek uzun sürmeden olaylar devam ediyor ve roman son buluyor.

 

Romanda Mekan : Eserin dış mekanı İstanbul’dur. İç mekan olarak Ferruh’un evi, Leman’ın teyzesinin evi, hastane ve köşk kullanılmıştır.

 

Romanda Plan : Klasik anlatım tarzı benimsenmiştir. Giriş bölümünde yazar Ferruh ile Makbule’nin tanışmasına ortam hazırlamak amaçlı Zaika Hanım’ın hastalanıp hastaneye kaldırılmasına değiniyor. Gelişme bölümünde aşk duygusu işlenir. Ferruh’un gönlünün Leman ile Makbule arasında tercih yapamaması, Sami’nin durumu, Necip’in karşılıksız aşkı anlatılıyor. Sonuç bölümünde ise Makbule ve ardından Necip’in ölümü ve Ferruh’un yalnız kalması ele alınıyor. Yazarın ortam hazırladığı aşk gelişme bölümünde alevlenirken sonuç bölümünde ise mutsuz son ile bitiyor.

 

Romanın İçeriği : Roman bir aşk ve ıstırap romanıdır. Şehirde geçen bir aşkın talihsiz sonu bu romanı oluşturur. Ana kahramanlar Ferruh’un aşk serüveni çevresinde karşılıksız aşkın acısını çeken Necip, sevilse de sevdiği kızın talihsiz yaşamı neticesinde ıstırap çeken Sami’nin yer aldığı roman Makbule ve Necip’in ölümü ile neticelenir.

 

Romanın Üslubu : Romanda akıcı bir üslup kullanmıştır. Hacmi kısa olan romana bir çok olay sıkıştırması romanın akıcılığını gözler önüne serer.

 

Dil ve Anlatım : Romanın dili oldukça yalındır. Cümleler kısa olması esere akıcılık kazandırmıştır. Tasvirlerde bulunarak anlatıma canlılık ve resim özelliği kazandırılmıştır. Karşılaştırmalar yaparak ve yorumlarını katarak taraf tutan yazar, olaylara ortamı titizlikle hazırlamıştır. Halk söyleyişlerine değinilmiştir: “Çocuklar, şeytan geçti…” (sayfa 25). Yazar aşk çemberi içinde olanlar içinde kimisini kayırıyordur. Sami’yi devamlı zavallı, yaşadıklarını hak etmeyen birisi olarak gösteren yazar Leman’ın içine düştüğü duruma zamanın gençleri yererek yorum getirmiştir ve Leman’ı bir bakıma hatalı göstermiştir. Ancak gönlüne karar kıldıramayan Ferruh’a neden ise hata yüklemeyen yazar, eserini ölümleri ile sonlandıran Necip ile Makbule’yi birbirine daha uygun bulduğunu saklasa da kısmen belli ediyordur.

 

Yorum : Yazar güzel bir şekilde ele aldığı konuya tarafsız olsaydı daha güzel olacaktı. Yazarın bu tutumu hatalı insanları temiz göstermekten başka bir işe yaramıyor. Zamanın gençlerini eleştirerek Leman’ı suçlayan yazarın aynı suçlamayı neden Ferruh’a karşı yapmadığını anlamış değilim.

 

Eser dili bakımından oldukça anlaşılır. Akıcılığı ve hacmi dolayısıyla bir nefeste okunacak bir eserdir.

Zambaklar Açarken (Kerime NADİR)

Yayınlandı: 21 Ocak 2008 / İnceleme

ZAMBAKLAR AÇARKEN

 

A. KERİME NADİR HAKKINDA BİLGİ

 

Soyadı AZRAK. Nadir Bey’le Zehra Hanım’ın kızı.Saint  Joseph Kız Lisesi’ni bitirdi(1935),ayrıca özel dersler aldı.ilk şiir ve öykülerini 1937’de Servet-i Fünun Uyanış ve Yarımay dergilerinde yayımladı.aşk ve macera konulu öykü ve romanları Yedigün,Aydabir ve Hayat gibi dergilerde ve bazı gazetelerde tefrika edildi.  

 

Bir dönemin çok okunan romancılarından biri olan Kerime Nadir’in yapıtlarının ana konusu aşktır. Romanlarında genel olarak aşkı işleyiş nedenini bir röportaj sırasında şöyle açıklamaktadır: “Hayatta üzerime en fazla tesir eden ve beni yazmaya sevk eden âmil insanların aşk konusundaki vefasızlığı, egoizmi, anlayışsızlığı olmuştur.” Kerime Nadir’in yazarlığını topluma ve gerçeklere sırt çevirerek kendi dünyasında sürdürdüğünü söyleyen O. Ömer Tay, onun “romanlarında aşkla birlikte yalnızlık, kıskançlık, bunalım gibi insanın iç dünyasını yansıtan temalarda buluyoruz. Genellikle saf ve duygusal olan, zaman zaman maddileşmiş aşklar, tek yanlı yada karşılıklı olarak, kişiye mutluluk verdiği gibi azap da veriyor. Kişiler daha çok aşk yüzünden bunalıma düştükleri gibi, kıskançlıkta aşka bağlı olarak doğuyor. Aşk kişinin ruhsal durumunu geniş ölçüde etkileyen bir öğe olarak hemen hemen bütün romanlarda egemenliğini sürdürüyor,” değerlendirmesini yapar. Nihat Sami Banarlı, Kerime Nadir’in yazdığı piyasa romanlarıyla genç kuşaklar arasında sevildiğini belirtirken; S. Kemal Karaalioğlu, onun romanlarının halka okuma sevgisi aşılaması ve gerçekçi romanlara okuyucuyu hazırlaması bakımından dikkate değer olduğunu ifade eder. Posta Güvercini adlı romanı Fransızca’ya çevrilmiş, kırkı aşkın romanı, iki yüze yakın baskı ve beş milyona yakın satış yapmıştır.

 

B. ESER HAKKINDA GENEL BİR BİLGİ 

 

KÜNYESİ :

Eserin Adı : ZAMBAKLAR AÇARKEN

Eserin Yazarı : KERİME NADİR

Yayın Yeri – Yılı : İnkılap ve Aka Basımevi, İstanbul, 1976

Sayfa Sayısı : 255

 

Konusu : Albatros ailesinin yaşantısı.

Ana fikir : Hayat insanlara ilginç oyunlar, yaşamlar sunar.

 

Özet :

 

Bir nisan günü Oğuz Albatros, oğlu Mete’den bir mektup alır. Bu mektupta Mete evlendiğini ve eşinin İstanbul’a geldiğini söyler. Babasından eşini karşılamasını ister. Kendisinin de on beş gün içinde geleceğini yazar.

 

Oğuz Albatros, oğlunun bu ani evliliği karşısında şaşkınlık geçirir. Biraz da kızar. Ama yine de çaresiz kalarak gelininin kaldığı otele gider. Gelinini o gece için odasında bulamaz. O da o gece için otele yerleşir. Gece vakit geçirmek için otelin pavyonuna iner. İlerleyen saatlerde sahneye sarışın bir kadın çıkar, kadın striptiz yapar. Oğuz Albatros bu durumdan sıkılır ve odasına gider. Ertesi gün gelinin odasına tekrar gider. Karşısında tanıdık bir sima görür. Hem kadın hem de kendisi şaşırır. Karşısındaki kız akşam striptiz yapan sarışın kadındı. Fakat bu defa kumraldı.

 

Oğuz Albatros, gelinini alarak çiftliğe doğru yola çıkar. Kız biraz şaşkın ve tedirgindir. Dün akşam için devamlı özür dilemektedir. Albatros ise oğlunun hatırı için durumu bozuntuya vermemekte ve gördüklerini kimseye anlatmayacağına dair söz vermektedir.

 

Çiftliğe geldiklerinde karşılarında İclal Hanım’ı bulurlar. İclal Hanım’a Oğuz Albatros gelini Perran Albatros’u tanıştırır. Perran daha sonra Sabir Bey ile tanıştırılır. Sabir Bey, Oğuz Albatros’un arkadaşıdır. Sık sık Sabir Bey eşiyle kavga eder ve çiftlikte kalır. Akşam yemeği için misafirleri vardır. O da Oğuz Albatros gibi ünlü bir yazar olan halası Tomris Albat’tır. Perran, Tomris Albat’ın tüm eserlerini okumuştur, onu çok iyi tanımaktadır. Tomris Hanım gelinlerinin bu halinden çok memnun olur. Yemek yenip sohbetler edildikten sonra herkes odasına çekilir. Bayan Tomris ve Oğuz Albatros gelinleri hakkında konuşmaktadırlar. Tomris Albat, bu kızın nasıl bir aileden geldiği gibi sorular sorar. Oğuz Albatros oteldeki olaylar dışında tüm bildiklerini anlatır.

 

Günler geçtikçe Oğuz Albatros ve gelininin arası daha iyiye gider. Birbirlerine karşı ısınmaya başlarlar. Bir gün Oğuz Bey’in eşi çıkar ve İstanbul’a gider. Gitmeden önce gelini ondan arkadaşlarını çiftliğe çağırmak için izin ister. Perran arkadaşlarını çiftliğe Oğuz Bey’den aldığı izinle çağırır. Ancak arkadaşları ve o çiftliği altını üstüne getirir. İclal Hanım, bundan şikayetçidir. Oğuz Bey gelince de bu olayları bir bir anlatır. Oğuz Bey ise beklediği kadar tepki göstermez.

 

Oğuz Bey, gelinini İstanbul’da gezdirmek için çiftlikten çıkarır. O gün her şey Perran’ın istediği gibi olur. Tamamen onun istediği şeyleri yaparlar.

 

Mete, on beş gün sonra gelir. Perran, Mete’nin gelmesine çok sevinir. Ancak Perran ve Mete birbirlerini çok iyi tanımazlar. Çünkü onların tanışmaları ve evlenmeleri bir hafta içinde olur.

 

Birbirlerini tanıma fırsatı bulamadan Perran İstanbul’a gelmek zorunda kalır. Perran, Mete’nin babası gibi birisi olmasını çok istemektedir. Çünkü o Oğuz Albatros ile çok iyi anlaşmaktadır.

 

Mete’nin indiği uçakta biri daha vardır. O da Oğuz Albatros’un ayrılmak üzere olduğu eşi Mediha’dır. Bayan Tomris oraya gitmiş ve Oğuz Albatros’u ayrılma fikrinden caydırmıştır. Ancak Oğuz Bey eşine karşı soğuktur. Onun ihanetini affedememektedir.

 

Perran,Mete’ye karşı gereken ilgiyi göstermemektedir.Perran Mete’yi tanıdıkça ondan uzaklaşmaktadır. Mete, Oğuz Albatros gibi değildir. Mete ve Perran arkadaşları ile dağa kampa giderler. Ancak Perran bundan pek hoşlanmaz. Tatillerini yarıda bırakıp geri dönerler. Perran bu sırada İstanbul’a bir arkadaşına giden Mete ile aralarına bir soğukluk girer. Mete, çaresiz babasından yardım diler ve babası Perran’ı almak için İstanbul’daki bu arkadaşının evine gider. Perran, Oğuz Bey’e her şeyi anlatır. Mete’nin kendisi ile neden evlendiğinden, Mete’nin Senegallı bir kadınla ilişkisi olduğundan ve bir çocuğu olduğundan bahseder. Perran, Oğuz Bey ile çiftliğe geri dönmeyi kabul eder. Ancak geri döndüklerinde Mete’nin İtalya’ya gittiğini öğrenirler.

 

Mediha Hanım, Oğuz Bey ve Perran arasındaki ilişkiyi kıskanmaktadır. Onların arasındaki bu arkadaşlığı farklı algılamaktadır. Bu konuda onu Şakir Bey de desteklemektedir. Sabir Bey bir gün Oğuz Bey’i bu konuda ağır bir dille uyarır. Oğuz Bey bu söylenenleri kabul etmez. Perran’ın onun gelini olduğunu söyler.

 

Oğuz Bey’e Mete’den mektup gelir. Bu mektupta İtalya’da bir takımla iki yıllığına anlaştığını yazar. Ancak Perran İtalya’ya gitmek istememektedir. Mediha ve diğerleri onun kocasının yanına gitmesi konusunda zorlamaktadır. Sadece Oğuz Bey gelinine arka çıkmaktadır.

 

Mete bir gün ansızın çıkagelir. Perran, yine Mete’ye karşı soğuktur. Onun ile İtalya’ya gitmek istememektedir. Ev halkı Perran’ın bu tutumuna karşı çıkmamaktadır. Bu sırada Oğuz Bey’in eşi ve oğlu ile de arası epey bozulmuştur. Hatta oğlu ve eşi büyük bir kavga sonucu evi terk etmişlerdir.

Oğuz Albatros ve gelini Perran bir gün ormana geziye çıkarlar. Ancak atılan bir silahtan çıkan bir kurşun Perran’a isabet eder. Perran o anda ölür. Oğuz Bey onu kurtarman için çalışsa da bu boşa gider.

Perran’ın ölüm haberini alan Mete’de çiftliğe gelmiştir. O da çok üzgün ve perişan haldedir. Annesinin ve Sabir Bey’in Perran ve babası hakkında söylediği hiçbir şeye Mete inanmamaktadır. Mete, Perran’ı vuran kişinin Sabir Bey olduğunu ve annesinin onu sakladığını Oğuz Bey’e söylemiştir.

 

Oğuz Bey ve Mete, Mediha’nın evine giderler. Mediha onları karşısında görünce şaşırır. Sabir Bey’in orada olmadığını söylese de Oğuz Bey ona inanmaz ve içeri girer. Karşısında da Sabir’i bulur. Sabir Bey, Mete’nin bu ihanetini kendisine yediremez. Bütün her şeyi Mete için yaptığını söyler. Oğuz ve Perran arasında bir ilişki olduğu iftirasını atar. Ancak Mete bunların iftira olduğunu ve babasına güvendiğini söyler. Sabir Bey, bu olay üzerine Oğuz Bey’in babası olmadığını, asıl onun babası olan kişinin kendisi olduğunu söyler. Mediha da çaresiz bunu onaylar.

 

Mete ve Oğuz Bey uğradıkları ihanet karşısında yıkılmışlardır. Oğuz Bey, derhal onların yanından ayrıldı. Mete de onun peşinden çıktı. Mete, Oğuz Bey’e yetişip hâlâ onun asıl babası olarak Sabir’i değil, Oğuz Bey’i gördüğünü söyler.

 

Perran’ın mezarı ise zambaklarla örtülü tepeye konulmuştur. O beyaz zambaklar içinde yatıyordu. Her bahar zambaklar açarken Perran da baba ve oğlun içerisinde açacaktı…

 

Şahıslar:

 

I. Dereceden Şahıslar :

 

Oğuz Albatros : Ünlü bir yazardır. Pek çok oyunu ve romanı vardır.

 

Perran Albatros : Kumral saçları kısa kesik, çocuk yüzlü, güzel bir genç kızla karşılaştım. Bana gülümsüyordu. Çok sıcak, ahbapça bir tebessümle. (sayfa 9). Perran Albatros, baştan ayağa korkunç bir güzelliğin ve fettanlığın kadını idi. (sayfa 12).

 

 

 

II. Dereceden Şahıslar :

 

Mete Albatros : Ve sonunda ben de bu uzun saçlı, levent yapılı, ince bıyıklı, kar gibi beyaz dişleriyle boyuna gülen, şen, canlı ve mutlu kahramanı kollarımın arasında buluyorum. (sayfa 90)

 

Tomris Albat : Hayatın tadını çıkarmasını, kendine güvenini, iyimserliğini, şansını, herkes tarafından sevilmesini, özetle her şeyini kıskanırım. Bu ülkede yedisinden yetmişine kadar herkes onu tanır. Romancı ama popüler bir yazar… (sayfa 26)

 

Mediha Albatros : Güzel, zeki, iradeli, kültürlü ve sosyetik bir kadın… Benim gibi miras yedi ve kafası hayat dolu gencin avare yaşantısını düzene sokacak niteliklere sahip. (sayfa37)

 

Sabir Ceylan : Uzun kır saçlı, şişman adamı görünce soluğum tutuldu. Kendisi özel liselerde fizik – kimya okuturdu… (sayfa 24)

 

III. Dereceden Şahıslar :

 

Halim Efendi : Albatros Çiftliğinde kalıyor. (sayfa 46)

 

Zülfiye Kız : Oğuz Albatros’un çiftliğinde çalışanlardan biri.

 

İbrahim : Küçük aşçımız kabiliyetli, cin gibi bir oğlandır İbrahim… (sayfa 25)

 

Hakkı : Küçük seyis. (sayfa 49)

 

Süreyya : Şiirleri artık piyasada geçmeyen bizim şair. (sayfa 174)

 

Senegallı bir dilber : Bir revü yıldızı… Roma’da ona “seks atomu” diyorlar. Şahane bir siyahi. Mete ile geçen yıl tanışmışlar. (sayfa 142)

 

Cemo Fanfon : Ukalalığı ile tanınan yeni hikayecilerden… (sayfa 173)

Fatih Feten : Kendisiyle uzun süreden beri polemik düellosu yaptığım şu çakalı, iddialı küstah Fatih Feten. (sayfa 174)

 

Veli Mıstık : Bizim gazetecinin bıçkın röportajcısı. (sayfa 174)

 

Perran’ın annesi : Ayakta, ufak tefek, başı bir eşarpla örtülü, koyu renk pardösüsü içinde zayıf vücudu büzülmüş gibi duran orta yaşlı bir kadın bana çekingen bir şekilde gülümsüyordu. (sayfa 178)

 

Saran Efendi : Kuyumcu (sayfa 63)

 

Bekçi : Orta yaşlı, güleç yüzlü bir adamdı bekçi… (sayfa 75) 

 

Madam Fofo : Halamın sadık hizmetçisi… (sayfa 77)

 

Şakir Efendi : Bizim bahçıvan. (sayfa 114)

 

Romanda Zaman : Nisan ayı içerisindeki olaylar ele alınıyor.

 

Romanda Mekan : Kilyos, Belgrat yakınlarında bir çiftlikte ve İstanbul’da olaylar geçiyor.

 

Anlatım Planı : Klasik anlatım kullanmıştır. Olaylar Mete’nin evlenmesiyle başlıyor. Bir takım olaylar gelişiyor: Mete, Oğuz Albatros, Mediha, Sabir Bey, Perran vs arasında. Olaylar Perran’ın ölümü ile çözüme ulaşıyor.

 

Romanın İçeriği : Aşk ve entrikadır.

 

Romanın Üslubu : Düz, yalın ve sade bir dil kullanılmış.

 

Dil ve Anlatım : Düz anlatım tarzını kullanmıştır.

 

Yorum : “Zambaklar Açarken” adlı roman aşkın, sevginin, aldatmanın, kinin iç içe girdiği bir roman. Bu duygular çeşitli şekillerde ele alınmıştır. Okuyucu da ilgi uyandıran olaylarla hitap sürükleyici olmuştur.

 

Ayrılık (Tiyatro)

Yayınlandı: 03 Ocak 2008 / İnceleme

AYRILIK

 

Oyun, tek perdelik olup trajikomik nitelik taşımaktadır. Geçinemeyip ayrılan bir çiftin ayrıldıktan sonra ilk kez bir araya gelmelerini ve karşılaşmalarında geçmişe dönük muhasebeleri ile yine geçmiş mihraklı tartışmalarını konu edinir. Yani ayrılığın bazen komik bazen acı sebeplerini işlemektedir.

 

Oyunda göze çarpan temel husus; eski eşlerin birbirlerine özlem duymalarıdır. Ancak iki taraf da bu özlemlerini gizler. Ayrılığın kendilerini son derece mutlu ettiğini ifade ederler. Oysa psikolojik yapılarının yüzlerindeki yansıması gerçeğin bu olmadığına kanıt oluşturur. Evet, geçimsizlik dolayısıyla ayrılmışlar ve kendilerine yeni bir hayat kurma mücadelesindedirler. Bununla birlikte iki insanı birbirine bağlayan gizli bir bağ söz konusudur. Bir taraftan onun iyiliğini isteme, öte yandan onun ayrılıktan pişmanlık duymasını arzulama. İşte bu iki nokta arasındaki kuvvetli bağ.

 

Çiftin geçmişteki kimi tutumları izleyici tarafından merak edilir. Geçmişte birbirlerine karşı nasıl davranmışlar, ayrılığa giden yolda kim, hangi hataları işlemiştir, tartışmalar neye zemin hazırlayacaktır? Bu gibi sorular izleyicinin oyunu merakla takip etmesinde basamak görevi görür.

 

Tartışmalar bir noktada yoğunlaşır: Alışkanlıklar. Çiftin sabit fikirleri ve bu fikirler etrafında şekillenen davranışları mevcuttur. İkili bu alışkanlıklarını terk etmeyi düşünmez. Dolayısıyla çatışma meydana gelir ve ayrılık zuhur eder.

 

Oyun, sahnedeki iki kişi ve diyaloglarda anılan kimseler olmak üzere dört oyuncudan mürekkeptir. Dolayısıyla sahnedekilerin üzerine düşen sorumluluk artmıştır. Genel performansları itibarıyla değerlendirme yapacak olursak; her iki oyuncu da karakterlerinin hakkını vermiştir. Özellikle bayan karakterin jest ve mimikleri son derece tatmin edicidir. Beden dillerini etkili biçimde kullandılar. Zaman zaman seyirciyle temas edip oyunun akışına katkı sağladılar.

 

Espriler, oyunun ayakta durmasını sağlayan temel araçlardır. Oyunda çok sayıda espri vardır ve bunlar günümüze hitap etmektedir. Sperm bankasından yardım talep ederek çocuk sahibi olmak isteyen kadına eski eşi:”Babalar gününde bankayı mı öptüreceksin?” diye cevap verir. Yine “Biz değil de telesekreterler yakınlaştı, bir çocuk bekliyorlar, ultrasonda baktırmışlar, bebeğin şu kadar bluetoothu varmış” şeklinde izleyiciyi güldürmede başarılı bir replik geçer. İzleyici espri unsurlarına o kadar alışır ki hemen her sözden sonra gülmeye hazırdır.

 

Oyunun müzik, efekt, ışık gibi teknik unsurları gayet başarılıdır. Zengin bir dekor dikkat çeker. Sahnenin sağında evin dışarı açılan bir kapısı, ortada odalara açılan başka bir kapı vardır. Ortada bir koltuk, dışarı açılan kapının hemen yanında ayakkabılık, sahnenin solunda mutfak, bir masa mevcuttur. Mutfak iyi döşenmiştir. Buranın gerçek eşyayla örtüşmesinin yanında oyuncular hem kahve içmişler hem de omlet yapıp yemişlerdir. Bu pek çok izleyicinin beğeni ile karşıladığı bir buluştur.

 

Oyun komedi omurgalı meydana gelmekle birlikte komik unsurları besleyen bazı duygusal durumlar da sahnede yerini alır. Bu anlar uygun müziklerle süslenip belirgin kılınmıştır. Fakat burada da bir giriftlik söz konusudur; zira duygusallık ve komedi çabucak değişiklik gösterir. Duygusal bir sahne oyuncular tarafından ansızın komik ögelere dönüştürülmüştür.

 

Yukarıda ifade etmeye çalıştığımız konu ve teknik unsur merkezli çıkarımlara dayanarak sahnelenen eserin başarılı olduğunu söyleyebiliriz. Yapıt hem verdiği ileti hem de bu iletiyi verme yolları itibarıyla olumludur. Konunun güncel olması esere başka ve dikkat çekici özellik yükler.

Çocuklara Safahat’tan Hikayeler- Bebek

Yayınlandı: 29 Mayıs 2007 / İnceleme

Çocuklara Safahat’tan Hikâyeler

 

Kitabın Yazarı: Sırrı ER

Kitabın Yayınevi: Akçağ :Yayınevi

Kitabın Baskısı ve Yayın Yılı: 4. Baskı / Ankara, 2007

Kapak Tasarımı: Emin BEBEK

Kapak Resmi: Fuat BİLİR

Sayfa Düzeni: Akçağ Dizgi Ünitesi

 

 

            Mehmet Akif ERSOY’un  “Safahat” adlı eserinde bulunan çocuk hikâyelerinin derlendiği bir kitap olan “Çocuklara Safahat’tan Hikâyeler”, Sırrı ER tarafından güncellenmiştir. Kitap içerisinde irili ufaklı on bir adet hikâye bulunmaktadır. Bu hikâyelerin bazıları yazar ve şair Mehmet Akif’in hatıralarıdır.

            İncelenen kitap, Akçağ Yayınevi tarafından 2007 yılında basılmıştır ve yapılan baskı bu kitabın 4. baskısıdır.

 

A- Hikâyenin Dış Yapı Özellikleri Açısından  İncelenmesi

 

            Mehmet Akif Ersoy’un kaleme almış olduğu hikâye okul çağı çocuklarına hitap etmektedir. Okul çağındaki çocukların yararlandıkları kitapların sahip olması gereken fiziksel özellikler altı başlık altında değerlendirilmektedir: Kitap boyutu, kâğıt cinsi, sayfa düzeni, harfler, resimler ve kapak.

 

Kitap boyutu:

 

Okul çağındaki kitaplar çocukların rahatlıkla tutabileceği boyutta ve hafif olmalıdır.

 

“Safahattan Hikâyeler” adlı kitap da boyut bakımında 18x14cm’dir. Ebatları açısından taşımaya ve okunmaya uygundur.

 

Kâğıt Cinsi:

 

Kitapların genelde ışığı yansıtmayan dayanıklı bir cins kağıda basılması hem kitabın ömrü açısından hem de okuyanın zorlanmaması açısından önemlidir.

 

“Safahattan Hikâyeler” isimli kitabın kâğıdı da ışığı yansıtmayan, mat renkli bir kâğıttır. Dayanıklılık açısından da son derece iyidir.

 

Sayfa Düzeni:

 

Kitabın sayfa düzeni, içindeki metnin okunmasını kolaylaştırabilecek şekilde hazırlanmalıdır. Sayfa kenarlarında geniş boşluklar bulunmalıdır. Yazı ve resim arasında da uyum olmalıdır.

 

 “Safahattan Hikâyeler” isimli kitapta sayfa boşlukları iyi ayarlanmıştır, bu sayede okuyucu metinleri kolayca seçebilmektedir. Kitaptaki resimler de metinlerle bağlantılıdır ve metinlerle uyum oluşturacak şekilde yerleştirilmiştir.

 

 

 

Harfler:

 

Çocuk kitaplarının yazı boyutu çocuğun yaşı ilerledikçe düşer.

 

“Safahat’tan Hikâyeler” isimli kitap okul çağında bulunan 2. ve 3. sınıf öğrencilerine hitap etmektedir. Bu nedenle de onlara uygun yazı boyutu olan 14 punto seçilmiştir.

 

Resimler:

 

Kitaplardaki resimler konuya uygun olmalı ve yeterince sade olmalıdır. Okul çağı kitaplarında resimlerin sayısı azalırken metinlere daha fazla yer verilmektedir.

 

 “Safahat’tan Hikâyeler” adlı kitapta da bu kritere uyulmuştur. Resimler gerektiği kadar sade ve azdır.

 

Kapak:

 

Çocuk kitaplarında kapak düzenlemesi çok önemlidir; zira kapak sayesinde çocuklar kitapların dünyasına çekilmektedir. Bu yüzden de çocukların duygu dünyalarına hitap eden, kitabı özetleyen nitelikte kapakların hazırlanması gerekir. Bir kapakta yazarın ismi, kitabın başlığı ve ilgi çekici bir resmin olması şarttır.

 

“Safahat’tan Hikâyeler” adlı kitabın kapağı da son derece albenilidir. Kitap kapağı dayanıklı bir yapıya sahiptir. Kapakta içerikle uyum gösteren bir resim bulunmaktadır. Kitabın arka kapağında yazar hakkında bilgi verilmektedir.

 

B- Hikâyenin İçerik Bakımından İncelenmesi

 

 

Özet

 

            Cemile ile Feride adarlından iki kardeş babalarından oyuncak bebek isterler. Babaları, kızlarının ısrarına dayanamayıp akşam eve gelirken onlara bebek alacağını söyler. Nitekim akşam elinde iki gösterişli bebekle döner.

 

            Bebekleri gören iki kardeş çok sevinirler. Ve uzun süre bebekleri ellerinden düşürmezler. Hatta Feride biraz da küçüklüğün verdiği heyecanla gece geç saatlere kadar bebeğiyle oynar. Dolayısıyla sabah hala uymaktadır. Babası onun bu halini müşfiklikle karşılayıp uyandırmaz.

 

            Bebeğiyle uzun süre oynayan Feride bebeği yıpratmıştır. Akşam eve dönen baba karşısında bir şeyler anlatmak için bekleyen Cemile’yi bulur. Cemile heyecanla kardeşinin bebeği kırdığını anlatır. Bunun üzerine Feride kırık bebeği babasına gösterir. Babası da bebeğin artık bir işe yaramayacağını ve onu gömmelerini salık verir.

 

            Feride bebeğini kaybetmenin üzüntüsü ile somurtmaya başlar. Bir süre sonra ablasından bebeğini ister. Ablası razı olmasa da babasının ricası üzerine bebeğini kardeşine verir.

 

            Cemile birkaç kez bebeği kardeşine oynaması için verir. Fakat, sonra bebeği kırar korkusu ile vermek istemez. Sonunda Feride ablasına sert bir dille “ Bebeğimi ver!” der. Onun bu tavrı babasını şaşırtmıştır. Bir iki kez ablasının bebeğiyle oynayan Feride bebeğin kendisine ait olduğu hissine kapılmıştır.

 

 

B- Hikâyenin Dil ve Üslup Bakımından İncelenmesi

 

 

            “Bebek” adlı hikâye dil ve üslup bakımından incelendiğinde dilinin ve hikâyenin ele alınış biçiminin hedef kitleye (Okul çağındaki 2. ve 3. sınıf öğrencileri) uygun olduğu söylenebilir. Çünkü hikâye içinde bulunan kelimelerin hedef kitlenin dil gelişim seviyelerine uygunluğu, anlatımın sadece ve akıcı bir özellik kazanmasını sağlamıştır. Kelime yapısı, sayısı ve bu kelimelerle örülen cümlelerin uzunluğu hedef kitlenin anlama becerilerini engeller bir özellik taşımamaktadır.

 

            Hikâyede 547 kelime bulunmaktadır. Toplam cümle sayısı ise 87’dir. Kurulan cümlelerin sadece altı tanesi on kelimenin üzerinde olup, uzun sayılabilecek iki cümle bulunmaktadır. Hikâyenin geneli ile bu cümleler mukayese edildiğinde cümle yapısı açısından da çocuklara uygun olduğu gözlenir. Cümleler genelde kurallı bir yapıya sahiptir. Olayın akışını, çocuğun anlamasını aksatacak kadar devrik cümleye yer verilmemiştir.

 

Örnek:

 

“Küçüklerin isteği yerine gelsin, gönülleri kırılmasın” diye akşam eve gelirken; kiraz dudaklı, üzüm gözlü, püskül saçlı iki bebek aldım.

 

“Bir gün beraber oynarlarken Feride, kendini acındıran bir sesle ablasına, “ Bebeğini ver de azıcık oynayayım. N’olursun…” demesin mi.”

 

Yukarıda uzun olarak belirttiğim cümlelerin ilki 19 ikincisi ise 16 kelimeden meydana gelmektedir. Bu denli uzun kelimelerin eserlerde yer alması dikkatin dağılmasına, konunun sıkıcı bir hâl almasına ve de verilmek istenen mesajın hedefe ulaşamamasına neden olur. Ancak, “Bebek” adlı hikâyede bu uzunlukta cümlelerin fazla yer kaplamaması saydığımız olumsuzlukların oluşmasını engellemektedir.

 

Hikâye kurgu açısından da iyi tasarlanmıştır. Giriş, gelişme ve sonuç bölümleri arasındaki geçişler yapılan belirgin tanıtımlar ve okuyucuda öne çıkarılan merak duygusu ile daha akıcı bir hâle getirilmiştir. Düzenli bir anlatım içerdiği için okuyucu anlatılan olayı kopukluk yaşamadan anlayabilmektedir. Bu bölümlerden kısaca bahsetmek gerekirse, Feride ve Cemile’nin babalarından bebek istemeleri ve Feride ile Cemile’nin durumlarının anlatılması giriş, Feride’nin bebeğini kırması üzerine ablasının bebeğine yönelmesi ve ablasının bebeğini kardeşi ile paylaşması gelişme, Feride’nin ablasının bebeğini sahiplenmesi ise sonuç bölümünü oluşturmaktadır.

 

Sonuç olarak hikâye, gerek cümlelerinin kısalığı, kullanılan kelimelerin sadeliği, gerekse hikâye planın iyi bir akış oluşturması açısından çocukların dil gelişimine ve anlama becerilerinin gelişmesine uygundur.

 

 

C- Hikâyenin Çocuğun Dil Gelişimine Katkısı Bakımından İncelenmesi

 

Hikâye türü çocukların dinleme, okuma gibi anlama becerilerinin gelişmesinde önemli bir yere sahiptir. Çünkü çocuğun kelime dağarcığı, anlatma becerileri hikâye gibi türlerin de katkısı ile gelişmektedir. Hikâyelerde bulunan cümleler ne kadar kısa olursa, kullanılan kelimeler ne denli çocuğa hitap ederse hem verilen mesaj daha iyi anlaşılacak hem de kelimelerin doğru telaffuz ve  kullanımı öğrenilecektir.

 

Yukarıda bahsettiğimiz özellikleri açısından hikâye türü, çocukların dil gelişimlerine katkı sağlamalıdır. İncelediğimiz hikâyenin cümle yapısının kısa oluşu, kullanılan kelimelerin hedef kitleye uygunluğu, plânın konuyu anlaşılır kılması açısından hikâye türünün hedeflerine uygunluk gösterdiğini söyleyebiliriz.

 

D- Hikâyenin İçerik Yönünden İncelenmesi

 

İçerik bir şeyin içinde bulunan öğelerin bütünü, muhtevası olarak tanımlanmaktadır. Adı geçen hikâyeyi içerik yönünden ele alırsak hikâyede Feride ve Cemile arasındaki bebek sorunu anlatılmaktadır.

 

Hikâyenin giriş, gelişme ve sonuç bölümleri arasındaki bağ son derece kuvvetlidir. Bölümler arasındaki bağ sıkı bir şekilde kurulmuştur. Okuyucu bir sonraki bölüme zengin tasvirlerle hazırlanmaktadır. Ayrıca bölümler arasındaki bir önemli bağ da merak unsurudur. Merak unsuru geçişleri sağlamada çok iyi bir şekilde hikâyeye yayılmıştır.

 

Hikâye şahıs kadrosu açısından geniş değildir. Şahıs kadrosunun geniş olmaması olayların daha iyi anlaşılmasını sağlamaktadır. Zira şahıs kadrosu geniş olan bir eserde, dikkati sağlamak, olayları anlamak zordur. Hikâyenin baş kişisinin kıskanç ve sahip olduğu şeylere gereken önemi vermediğini görürüz. Ancak hikâyede bu davranışların baş kişide bulunmasının nedeni, çocuklara kahramanın davranışlarını örnek aldırmak değil; aksine bu davranışların doğru olmadığını vurgulamaktır.

 

E- Hikâyenin Verdiği Mesaj Bakımından Değerlendirilmesi

 

Hikâye konusu ve çocuklara verdiği mesaj açısından değerlendirildiğinde, çocukların sosyal ve ahlakî kurallara uymalarını sağlamada önemli mesajlar içermektedir. Şöyle ki, hikâyede Cemile, Feride ile bebeğini paylaşmaktan çekinmektedir. Ancak, babası Cemile’ye yaptığı davranışın doğru olmadığını bebeğini bir süreliğine de olsa kardeşi ile paylaşması gerektiğini anlatmaktadır. Cemile’ye babasının verdiği öğütte toplum içinde düzenin sağlanmasında, insanların mutlu olmasında paylaşımın ve insan sevgisinin ne kadar önemli olduğunu anlatmaktadır. Ayrıca Cemile’nin babasının sözlerini uygulaması toplum içinde büyüklere saygı göstermenin öneminin vurgulanması açısından da önemlidir.

           

F- Hikâyenin Kelime ve Kelime Grupları Açısından İncelenmesi

 

            1. Hikâyedeki Fiil Yapılarının İncelenmesi

 

            a. Hikâyede Yer Alan Basit Fiiller

           

            İncelenen hikâyede yer alan tek kelimelik fiillerin sayısı kırk beştir. Bunlardan altı tanesi isim kökenli sözcüklerden türetilmiştir. Bulunan basit fiillerin tamamı çekimli fiildir.

 

            b. Masalda Yer Alan Birleşik Fiiller

 

            İncelenen hikâyede çok sayıda birleşik fiile rastlamaktayız. Bunlardan bazıları:

 

  • Gönülleri kırılmasın.
  • Uyuyakalmış.
  • Anlatmaya başladı.
  • Bebeksiz kaldı.

 

Yukarıda belirtilen bileşik fiilleri baktığımızda iki tanesinin deyim niteliği taşıyan bileşik fiil olduğunu görürüz. Metnin genelinde deyim niteliği taşıyan bileşik fiillere fazla rastlanmaz. Hikâyede bileşik fiillere sıkça rastlanmaktadır.

 

Hikâyede yer alan deyim niteliğindeki bileşik fiiller ve bazı fiillerin tekrar verilmesi anlamayı kolaylaştıracağından çocuğun dil gelişimi açısından son derece önemlidir.

 

2. Hikâyedeki İsim Kökenli Kelimelerin İncelenmesi

 

Masalda isim soylu kelimelerin fazlalığı göze çarpmaktadır. Bu isim soylu kelimelerin çoğu sıfat niteliği taşımaktadır. Hikâyede soyut isimlerin varlığı çok azdır. Somut isimlere fazla yer verilmiştir. Bu sayede olayın anlaşılması daha da kolaylaştırılmıştır. Hikâyede kullanılan somut isimler genelde çocukların doğrudan anlamlandırabilecekleri kelimelerden oluşmuştur.

 

3. Hikâyedeki Sıfatların İncelenmesi

 

Hikâyeyi incelediğimizde kullanılan sıfatların fazla olduğu görülür. Hikâyede sıfatlara fazla yer verilmesi çocuğun zihninde bazı çağrışımların daha rahat algılanmasına ve anlamlandırılmasına kolaylık sağlamaktadır.

 

Sıfat açısından hikâye zengindir. Genellikle niteleme ve sayı sıfatlarına ağırlık verilmiştir. Hikâyede kullanılan sıfatlar yapı açısından karmaşıklıktan uzaktır. Hikâyede geçen bazı sıfatlar:

 

·        İki küçük kızım

·        Bir sabah

·        Kiraz dudaklı

·        Üzüm gözlü

·        Püskül saçlı

·        İki bebek

·        Küçük Feride

 

Yukarıda belirtilen sıfat yapıları incelendiğinde çocuğun anlamasını zorlaştıracak bir yapıya sahip olmadığı görülmektedir. Sıfatlarda kullanılan kelimeler de çocukların anlama seviyelerinin içerisindedirler.

 

 

 

 

4. Hikâyedeki Kelime Gruplarının İncelenmesi

 

“Bebek” adlı hikâye kelime grupları açısından da zenginidir. Hikâyenin geneline baktığımızda bu kelime gruplarının çocukların anlamalarına herhangi bir engel teşkil etmediği görülmektedir. Hikâyede zarf-fiil grubunun çok olduğu dikkat çeker. Ancak zarf-fiil gruplarının yer aldığı cümlelerin kısa yapıda olması anlatımı olası bir karmaşadan kurtarmıştır. Hikâyede kullanılan bazı zarf-fiil grupları:

 

·        Ablası bebeği kucağında gezdirirken o bir kenardan onlara bakıyor, adetâ içi gidiyordu.

·        Bütün uğraşına rağmen bebek uymuyor, donuk gözleriyle ona bakıp duruyormuş.

·        Benim iki küçük kızım; Cemile ile Feride , bir sabah yanıma gelerek bir istekte bulundular:

 

Hikâye isim tamlamaları açısından fakirdir. İsim tamlamaları genelde belirtili isim tamlaması ve tamlayanı düşmüş isim tamlamalarıdır. Hikâyede geçen bazı isim tamlamaları:

 

·        Feride’nin gözü

·        Bizim kız

·        Benim sözüm

 

5. Hikâyedeki Bağlaçların İncelenmesi

 

Hikâyede 29 adet bağlaç bulunmaktadır. Bu bağlaçların çoğunluğunu “de/da” bağlacı oluşturmaktadır. Hikâyede bu bağlacın fazla yer alması cümleleri uzatmamaktadır. Ancak, bazı metinlerde “Fakat”, “ama” gibi iki cümleyi birbirine bağlayan bağlaçlar kelime sayısını artırmakla beraber, cümlelerin de daha karmaşık hâle gelmesine sebep olmaktadır. İncelenen hikâyede bu tür bağlaçlara fazla yer verilmediği için cümleler kısalığını ve anlaşılırlığını korumuştur.

 

Hikâyede kullanılan bağlaçlara örnek olarak;

 

·        Bu ölmüş artık, götürün de gömün bunu, dedim.

·        Akşam eve geldiğimde baktım ki Feride çok üzgün.

·        Onu uyutmaya çalışıyormuş ama bebek ninniden anlamıyormuş.

 

6. Hikâyedeki Edatların İncelenmesi

 

            İncelenen hikâyede edatlara fazla rastlanmaz. Genelde “ile” ve “gibi”  edatları kullanılmıştır. Bunlara örnek:

 

·        Hani başında saç gibi püskül olanlardan.

 

7. Hikâyede Kullanılan Zamirlerin İncelenmesi

 

İncelenen hikâyede zamirlere sıkça rastlanmaktadır. En çok kullanılan zamir çeşidi kişi ve soru zamirleridir. Kişi zamirlerinin hikâyede fazla kullanılması çocuklarda şahıs kavramının oluşturulması açısından önem taşımaktadır. Soru zamirlerine yer verilmesi ise onların olayları yorumlama, olaylardan sonuç çıkarma gibi yönlerini geliştirmelerine yardımcı olmaktadır.

 

Hikâyede zamirler bazı durumlarda vurgu yapmak için de kullanılmıştır. İsim tamlamalarının tamlayan bölümlerini oluşturmaları buna örnektir.. Bu şekilde kullanımı olayların ve şahısların tekrar edilmesinde ve vurgulanmasında önem taşır.

 

Hikâyede yer alan bazı zamirler:

 

·        Bizim kız, bebeğin yüzünü gözünü dağıtmış, saçlarını yolmuş, ayağını çıkarmış.

·        Bu ölmüş artık, götürün de gömün bunu, dedim.

·        Ben sana bebeğimi verir miyim hiç!

·        Onu uyutmak için üç saat uğraşmış, evden hiç çıkmamış.

·        Verirsem benim bebeğimi de kırar.

 

8- Hikâyede Kullanılan Atasözü ve Deyimler

 

İncelenen hikâyede atasözüne rastlanmaz. Fakat hikâye deyim açısından son derece zengindir. Bir hikâyede deyimlerin ve atasözlerinin yer alması çocuğun ahlaki gelişimi açısından son derece önemlidir. Bu hikâyede de deyimlere bolca yer verilmiştir. Bu nedenle de hikâye çocukların ahlak gelişimlerini ve kültür aktarımını sağlamada başarılıdır.

 

Hikâyede geçen deyimler çocukların anlamalarını kolaylaştıracak niteliktedir ve kapalı değildir. Hikâyede geçen deyimler:

 

·        Gönülleri kırılmak (Üzülmesinler anlamında)

 

“Küçüklerin isteği yerine gelsin, gönülleri kırılmasın.”

 

 

·        Dört gözle beklemek (Merak ve heyecanla beklemek)

 

 

“Kardeşini şikayet etmek için eve gelmemi dört gözle beklemişti.”

 

·        Eski hâlinden eser kalmamak

 

“Kim bilir ne yaptıysa kollar omuzdan oynamıyor. Eski hâlinden eser kalmamış.”

 

Cümlede geçen deyimin anlamı yine cümle içinde sezdirilmiştir. Bu sayede deyimin hangi durumlar için kullanılacağı da çocuğa sezdirilmektedir.

 

9- Masalda Kullanılan Kelimelerin Türkçe Öğretimive Çocuğa Görelik Açısından değerlendirilmesi

 

a.      Kelimelerin Çocuğun Kültürel Gelişimi Bakımından İncelenmesi

 

İncelenen hikâyenin, kullanılan kelimeler açısından değerlendirildiğinde kültürümüzü hatırlatan pek fazla sözcüğe sahip olmadığını görmekteyiz..

 

Kullanılan deyimler açısından değerlendirildiğinde ise hikâye kültürün taşıyıcısı durumunda olan bazı deyimleri çocuğa kazandırmaktadır.

 

Hikâyede verilmek istenen mesaj açısından kültürümüzde yer alan paylaşma duygusunun öneminden bahsedilmekte ve bu duygunun çocukta yer etme çabası içerdiği gözlenmektedir. Ayrıca hikâyede Cemile’nin bebeğini kardeşine vermek istememesi üzerine babasının ona yaptığı açıklama ile kardeşi ile bebeğini paylaşması ile anne baba saygısının çocuğa öğretilmesi, onların sözlerinin dinlenmesi anlatılmak istenmiştir.

 

Sonuç olarak hikâye kullanılan kelimeler açısından kültür aktarımı pek sağlanamasa da içerik yönünde bu eksiklik giderilmiştir diyebiliriz.

 

b.      Kelimelerin Çocuğun Anlama Düzeyi Bakımından İncelenmesi

 

Kelimelerin niteliği ve çocuğa göreliği bakımından üzerinde durulması gereken bir diğer önemli nokta, kelimelerin çocuğun anlama ve kavrama seviyelerine ne kadar uygun olduklarıdır. 

 

İncelenen hikâyede kullanılan kelimeler arasında hedef kitleye mensup çocukların anlamakta zorluk çekeceği bir kelime yoktur. Kullanılan kelimeler, çocukların dil gelişim seviyeleri de göz önüne alınarak seçilmiştir. Bu nedenle de çocuğun anlama ve kavrama becerisini engelleyen bir durumla karşılaşılmamaktadır.

 

G- Genel Değerlendirme

 

Mehmet Akif Ersoy’un “Bebek” isimli hikâyesini, ,içerik, çocuğun dil gelişimine katkısı ve dil ve üslup açısından değerlendirildi. Yapılan değerlendirmede hikâyenin gerek dil ve üslup, gerekse içerik yönünden hedef kitleye uygun olduğu kanaatine varıldı. Çünkü hikâyede cümle yapısı fazla uzun değildir. Ele alınan konuda verilmeye çalışılan mesaj toplumumuzla doğrudan alâkalıdır.

Şeytanın Piçi

Yayınlandı: 28 Mayıs 2007 / İnceleme

ŞEYTANIN PİÇİ 

Künyesi: Şeytanın Piçi

           Behçet Safa

          İstanbul (1944), (191 syf.) 

Romanın Konusu: Abdi Paşa’nın köşkünde yaşananlar.

Romanın Anafikri: İlmin kötü bir amaç için kullanmılması kaçınılmaz kötü sonuçlara neden olur. 

Romanın Özeti 
 

      Olay İstanbul Erenköyü’nde Abdi Paşa Köşkü’nde geçmektedir. Uzun süredir herkesin ağzında bu köşkle ilgili cinli, perili hikayeler dolanıyordu; çünkü yıllardır bu köşkte garip çözülemeyen olaylar yaşanıyordu.  Köşk yaklaşık yüz yıl önce yapılmış birkaç kere tamir görmüştü. Loş, ıssız, ucu bucağı olmayan ve insanın kaybolacağı koruluğun içinde yer alan köşkün ürkütücü görünüşü de hakkında söylenen efsanelerin anılmasına sebep olmuştu. 

      Elektrik mühendisi Adnan köşkte yaşanan olayları daha iyi anlamak, geceleri köşkte gezen mahlukun ne olduğunu öğrenmek ve ortaya çıkarmak için köşkte bir araştırma yapmaya başladı. Polis memuru Fahir de Adnan’ın yanına yardımcı olarak görevlendirildi. Bu araştırmaya ispirtizmacı Şemsi Hoca, Rafia Hanım ve Şinasi Bey de katıldılar. Bunlar köşkte yaşanan olaylara perilerin, cinlerin sebep olduğuna inanıyorlardı.

      Yine köşkte araştırmaların yapıldığı bir gece köşkün sahibi Hayrullah Bey’in ve görevli bir polis memurunun ölümü üzerine araştırmalar daha da yoğunlaştırıldı. Köşkte sadece Hayrullah Bey’in yeğeni Melahat, Melahat’ın dadısı Didar Kalfa ve sakat olan oğlu Ali Reşit kalıyordu. Köşkte yaşanan olayların artması sonucu köşkte daha iyi araştırma yapabilmek için köşk boşaltıldı. Buradakiler köşkün bahçesindeki bir yere taşındılar. Köşkün bahçesinde yaşayan bir aile daha vardı. Köşkün uşağı Süleyman ve karısı Hatice Hanım bunların Ayşe adında kızları vardı. Ayşe bahçede o mahluku görmüş ve o korku ile aklını kaybetmişti.  

      Hayrullah Bey’in ölümünden sonra tüm mirasını Doktor Mahir Bey’in oğluna bıraktığı ortaya çıktı. Doktor Mahir, onun eski dostlarındı; ama Hayrullah Bey tüm servetini yeğeni Melahat dururken niçin bir dostunun oğluna bıraktığının sebebi bilinmiyordu. Fahir, Doktor Mahir’in oğlunu bulabilmek için gazeteye ilan verdi. Böylece hem Doktor Mahir3in oğlunu bulabilecek hem de Hayrullah Bey’in niçin tüm servetini Doktor Mahir’in oğluna bıraktığını öğrenebilecekti. Fahir ile Adnan köşkte yaşana olayları ve bu miras işini çözmeye çalışırken köşke Nazife Zehra adında bir kadınla oğlu çıkageldi. Nazife Zehra Hayrullah Bey’in nikahlısı olduğunu ve oğlu Sadık’ın da onun oğlu olduğunu söyler. Nazife Hanım bir gün köşke geldi ve Hayrullah Bey’e böyle yaşayamayacağını ve artık köşke yerleşmek istediğin söyledi. Hayrullah Bey bu kadının ortaya çıkıp bir rezalete sebep olamaması için tüm servetini onun oğluna bıraktı.

      Nazife Hanım Melahat’ı yanına aldı. Didar Kalfa ile oğlu Ali Reşit, onun tedavisi için Viyana’ya gittiler. Bir süre sonra ise doktor Mahir’in oğlu Tahsin İstanbul’a geldi. Ama, Hayrullah Bey’in tüm mirasını Nazife Zehra’ya bıraktığını, bu mirastan faydalanamayacağını öğrendi. Fahir, Tahsin’in Abdi Paşa köşkünde yaşanan cinayetlerle ilgisi olabileceğini düşündüğü için Tahsin’i takip altına aldı. Melahat’ın güvenliği tehlikede olduğu için onu Adnan ile birlikte şehre uzak bir kulübeye gönderir. Adnan ile Melahat bu durumdayken  Fahir de İstanbul’da çalışmalarına devam etti. Müdüriyetten emrine en iyi üç adamı aldıktan sonra katili yakalamak için plan yaptı. Bir gece adamlarını köşkün önemli yerlerine yerleştirdi ve onlara yapmaları gerekenleri anlattı. Herkes görevinin başında katilin gelmesini bekliyordu. Fahir, Nazife Zehra ve Sadık’ın güvenliği için onların odasında bekliyordu. Köşkte tek bir yanmıyordu. Bir anda bir gürültü koptu. Fahir korkunç bir görüntü ile karşılaştı. Sadık’ın omuzu üstünde bir ölü kafası ve bir kuru kafa vardı. Ve iskeletin kolu Sadık’ın boynuna dolanmış onu boğmaya çalışıyordu. Bu garip mahluk Fahir’e baktı ve Fahir’in üstüne çullandı. Fahir ateş etti, Mahluk pencereden dışarıya fırladı ve kaçmaya başladı. Fahir onu bir köşeye sıkıştırdı ve ateş etti. Mahluk yerde yatıyordu. Mahluk2un  kafasında bir iskelet kafası vardı ve üzerinde de iskelet resmi çizilmiş olan bir elbise vardı. Katil yıllardır insanları bu kıyafet ile kandırmış ve herkesi bir mahluk olduğuna inandırmıştı. Fahir maskeyi çıkardı, maskenin altındaki yüz Ali Reşid’in yüzüydü.

      Aradan üç yıl geçti. Adnan ile Melahat evlendi. Köşkte yaşanan korkunç olaylardan dolayı Nazife Zehra ve oğlu Sadık köşkü terk ettiler, başka bir yere yerleştiler. Fahir ise olayın tüm iç yüzünü ancak üç yıl sonra öğrenebildi. Didar Kalfa, Fahir’e tüm gerçekleri olduğu gibi anlattı:

      “Didar Kalfa anne ve babasını hiç tanımamış, çocukluğu dilencilik yaparak geçmişti. Gençlik yıllarında ise meyhanede çalışmıştı. Onu bu bataklıktan Turhan adından biri kurtarmıştı. Turhan adındaki bu adam Didar Kalfa’nın babasıymış; ama o bunu bilmiyormuş. Didar Kalfa Doktor Mahir ile evlenmiş. Doktor Mahir Yezidilerin şeyhi ve bir zaviyesinde bulunan işine yarayacak tertipleri öğrenmek için Didar Kalfa’yı Mersin’de yapayalnız bırakarak, Musul’a gitmiş. Didar Kalfa bir gece uyurken yatağına bir erkek gelmiş ve yanın yatan bu erkeği kocası mahir zannetmiştir. Oysa gece yanında yatan kocası değil, onun arkadaşı Hayrullah Bey’miş. Hayrullah Bey bunu kasıtlı olarak yapmış; çünkü Didar Kalfa’dan hoşlanıyormuş. Didar Kalfa birkaç ay sonra hamile olduğunu öğrenmiş ve kocası yurt dışından geldiğinde ona her şeyi olduğu gibi anlatmış. Mahir intikam almak için karısına her gün bir enjeksiyon yapmaya başlamış. Mahir karısına enjekte ettiği maddeleri; yılan zehrini birtakım tozları ve değişik ilaçları karıştırarak yapıyormuş. Bu yaptığı aşıyı yezidi şeyhinden öğrenmiş. Bu aşı ile doğan çocuk ya son derece zeki ya da tabiat dışında deha sahibi olacaktı ya da son derece iblis melun bir mahluk olacaktı.

      Didar Kalfa çocuğunu doğurmadan eşini laboratuarda geçirdiği bir kaza sonucu kaybetmiş, onun ölümünden sonra İstanbul’a gelmişi ve burada Tahsin’i dünyaya getirmiştir. Bu çocuk gayet sağlıklı bir şekilde dünyaya gelmiş; ama hayvanlara eziyet etmekten zevk alıyormuş. Tahsin de 14 yaşından sonra gayri tabi haller görülmeye başlanmış. Müthiş bir hiddet ve gazap halleri oluyor ve onu tam bir iblis haline çeviriyordu. Bu buhranlar geçince de hiçbir şey hatırlamıyordu. O görünüşte bir çocuk gibiymiş; ama müthiş ilaç tesirini göstermeye başladığında mafsal kuvvetleri dehşetli bir hal alıyor ve zaman zaman bir kötülük ejderhası oluyormuş.

      Didar  Kalfa, Hayrullah Bey’in köşküne Melahat’ın dadısı olarak Tahsile birlikte yerleşmiş ve Tahsin’in adını da Ali Reşit olarak değiştirmiş. Didar Kalfa, Hayrullah Bey’e  Tahsin’in onu oğlu olduğunu söylememiş; ama Tahsin bir gün onun babası olduğunu öğrenmiş ve annesini gerçekleri Hayrullah Bey’e anlatması için zorlamış. Çaresiz kalan anne tüm gerçekler anlatmış. Bunun  üzerine Hayrullah Bey Tüm servetini oğlu Tahsin’e bırakmış. Tahsin ise onun babası olduğunu öğrendikten sonra intikam düşüncesine kapılmış ve Hayrullah  Bey’i öldürmüş.” 

      Fahir artık merak ettiği tüm her şeyi öğrenmiş oldu. Üç ay sonra Fahir’in yardımı ile kızı Didar Kalfa’yı buldu. Abdi Paşa Köşkü’nü aldı ve kızı ile buraya yerleşti. Öksüz ve yetim olan ve sokakta yaşayan 25 erkek çocuğunu da Didar Kalfa’nın bakması için köşke yerleştirdi. Bunlar oğlunu kaybetmiş Didar Kalfa’ya babası Turhan Bey’in 25 küçük hediyesiydi. 

ŞAHISLAR

    1. Dereceden Şahıslar
 

    Ali Reşit: Didar Kalfa’nın sakat oğlu. 15-16 yaşlarındadır. İnce üyzlü, açık mavi gözlü, sarışın, zayıf, soluk, veremli gibiydi. Tatlı bir sesi vardı.

    Didar Kalfa: Melahat’ın dadısı. Yaşlı bir saraylıydı. 

    1. Dereceden Şahıslar
 

    Hayrullah Bey: Abdi Paşa Köşkü’nün sahibi, paşazade nazlı büyümüş, yarım yamalak okumuş ama açıkgöz, zeki bir zat. Biraz hoppa ama buna mukabil iyi kalpli, merhametli çok cömert bir insan. Kibar ve asil bir ailenin tek evladı.

    Fahir: polis memuru. Orta boylu, çevik, idmanlı bir atlet vucuduna sahip.

    Adnan: elektrik mühendisi.

    Melahat: Hayrullah Bey’in yeğeni, henüz 15 yeni bitirmiş bir genç kız: iri, derin gözlü, kıvırcık saçlı güzel bir kızdı.

    Tahsin: Doktor Mahir Bey’in oğlu.

    Doktor Mahir: koyu bir maddecidir. Ruhu inkar eder, hayatın bütün sırlarının yalnız kendinin bildiğini ve fennin çözülebileceğine inanmıştır. 

    III.Dereceden Şahıslar

    İsmail Hakkı Bey, Şemsi Hoca, Refia Hanım, Miralay Şinasi Bey, Madam Maryam, Nail Bey, Komser Mecdi, Arif Can, Yusuf Said, Raif Bey, Nazife Zehra, Sadık, Tevfik Bey, Naile Hanım, Turhan Bey. 

    Romanda Zaman: romanda hem komik zaman hem de varsayılan zaman kullanılmıştır. Romanın akışı içerisinde geçmişe dönüş vardır. Romanın o anki zamanından çıkılıp geçmiş olaylara gidiliyor ve olaylar anlatılıyor ve tekrar kozmik zamana dönülüyor.

    Romanda Mekan: romanda mekan İstanbul Erenköyü’nde Abdi Paşa Köşkü’nde geçmektedir. Romanda bazı olaylarda köşkün bahçesindeki korulukta geçmektedir. Mekan tasviri başarılıdır.

    Romanın Anlatım Planı: romanda düğümü başta olan anlatım planı kullanılmıştır. Anlatılan olaylar bir düğüm halindedir. Önce sebebi bilinmeyen birtakım karmaşık olaylar merak uyandıracak şekilde anlatılıyor, romanın sonundan da düğüm çözülüyor.

    Romanın İçeriği: roman bir macera romanıdır. İlmin kötü amaçla kullanılması ve bunun sebep olduğu bir köşkte yaşanan ilginç aynı zamanda korkunç olaylar anlatılmaktadır.

    Romanın Üslubu: romanın yalın ve akıcı bir üslubu vardır. Eser bir macera romanı olduğu için bu merakı canlı tutacak bir üslup kullanılmıştır. Okuyucunun sıkılmadan zevkle okuyabileceği bir romandır. 

    Dil ve Anlatım: Romanın dili sade ve anlaşılır. Anlaşılmayan kelime sayısı çok azdır. Romanda hep kurallı cümleler kullanılmıştır akıcı bir dil vardır.  Dili anlaşılır ve akıcı olması sebebiyle de okuyucu romana kendisini kolayca kaptırabiliyor ve kendini olayın içinde buluyor. Eserde karşılıklı konuşmalar dikkati çekiyor. Bu konuşmalarda geçen yöresel söyleyişler olduğu gibi aktarılmıştır. Yer yer eksiltili cümleler kullanılarak anlam kuvvetlendirilmiştir. 

    Yorum: Romanın kurgusu başarılıdır. Olaylar kurgulanırken en ince ayrıntılarına kadar düşünülmüştür. Romanda düğümü baştan olan anlatım planı kullanılmıştır. Ve romanın başlarında çözümde karşımıza çıkacak olayın çözümlenmesini sağlayacak ipuçları okuyucuya gösterilmeye çalışılmıştır. Romanın sıkıcı bir havası yoktur. Macera romanı olduğu için okuyucu sürüklüyor.  

          Romanın çözüm bölümüne kadar olağanüstü nitelikte olaylar anlatılıyor. Bence yazar daha gerçekçi olayları anlatarak okuyucunun dikkatini çekebilirdi. Yine de romanın konusu okuyucu da merak uyandırabiliyor, romanın konusu yönünden oldukça ilgi çekicidir.

Anadolu Hisarı’nda Beş Cinayet

Yayınlandı: 28 Mayıs 2007 / İnceleme

ANADOLU HİSARINDA BEŞ CİNAYET

     KÜNYE: İlhami Safa

             Anadolu Hisarında Beş Cinayet

                     Yeni Sabah Matbaası

                     Tarih ? 

     Yazar Hakkında Genel Bilgi:

     Eser Hakkında Genel Bilgi: Eser yazarın roman türünde kaleme aldığı bir eserdir. Yazarın meraklı heyecanlı romanlar serisi eserlerinden birini oluşturur. Yazar bu eseri ve diğer macera eserlerini peş peşe kaleme alınmıştır. Sürekli hareketli fakat basit bir kurgusu vardır. Yazıldığı dönemin genel atmosferinden etkilenilerek kaleme alınmış bir eserdir. Yazıldığı dönem, ülkemizde macera romanlarının çok tutulduğu bir dönümde piyasaya çıkmıştır. Fakat edebî bir kaliteden yoksun olduğu için yeteri kadar ilgi görememiş ve tozlu raflardaki yerini almıştır. Eser sadece bir döneme değil, bütün çağlara hitap edebilmelidir. O nispette geniş soluklu bir eser olur fakat biz bu eserde bunu görememekteyiz.  

Eserin Konusu: Anadolu Hisarında gerçekleşen beş cinayet eserin konusunu teşkil etmiştir. Bu olay çerçevesinde olaylar gelişmiştir. Eserdeki şamdanların hikayesi de eserin masalsı bir konusudur.  

Eserin Anafikri: Eserden çıkarılabilecek fikir, yapılacak kötülüklerin asla cezasız kalmayacağıdır. Eserde Abbas dört kişiyi öldürmüş ve es sonunda kendisi de ölmüş ve hak ettiği cezaya çarptırılmıştır.  
 
 

ÖZET 

      Mustafa Nazmi Efendi, o sene ramazanı Anadolu Hisarı’ın tepesindeki büyük köşkünde geçirmek istiyordu. Bu kararını kızı Fahire’ye anlattı.  

      Tülbentçi Nazmi Efendi yeteri kadar mirası olan biriydi. Kız bu gidişe razı olmadı, sonra ikna oldu. Babası yanlarında kimseyi götürmeyeceğini söyledi. Sadece oradaki köşkte bulunan Abbas  kendilerinin işlerini yapacaktı. Bu köşkte antika eşyalar, halılar, seccadeler, gümüş tepsiler daha birçok değerli eşya vardı.  

      Abbas, esmer, kısa boylu ve yaşını göstermeyen bir tipti. Onu Hicaz ve Şükriye tarafından dönerken getirmişti. Tülbentçi Nazmi Efendi, uzun boylu, dinamik, sağlam bünyeli bir adamdı. Fahire narin, 20 yaşlarında , kara gözlü, kestane renkli saçları ve beyaz tenli güzel bir kızdı. Burhan Şefik adında bir genci seviyordu.

      Nazmi Efendi, Burhan’la uzun uzun konuşmaya başladı.hayatının tehlikede olduğunu bu yüzden buradan itmek istediğini söyledi. Burhan’ın ısrarlarına rağmen sebebini ve bu sırrı açıklamadı. 

      Nazmi Efendi ve kızı eşyalarını da alarak köşke taşındılar. Köşkün etrafı yemyeşil ağaçlarla kaplıydı. Mevsim kış olduğundan etrafta bir hüzün havası vardı. Etrafta sadece birkaç köşk vardı. Burası son derece sessizdi. Abbas misafirleri karşıladı.bey kendisinin hal ve hatırını sordu. Sonra Mustafa Nazmi Efendi, Burhan Şefik’e köşkün antika eşyalarını gösterdi. Bu eşyalar içinde hepsinden daha gözde ve bir bakışta insanı kendisine  celbeden bir eser vardı. Bir şamdan altın gibi parlıyordu. Mustafa Nazmi efendi bu şamdanı Arabistan’da yıkık, eski bir türbede bulduğunu ve kıymet biçmenin imkansız olduğunu söyledi. Bu şamdandan üç tane olduğunu bunların birbirinden tek farkının tutulacak yerlerinin olduğunu söyledi. Bir akşamüstü ansızın bir misafir çıkageldi. Abbas misafiri içeri davet etti. Bu adam, Mehmet Selam adında Nazmi Efendi’nin Arabistan’daki Arkadaşlarından biriydi. Şamdanın bir teki de bundaydı.Nazmi Efendi çok rahatsız oldu. Burhan Şefik’e ve  Abbas’a adama gece göz kulak olmalarını istedi.

      Gece geç vakitte odanın kapısı hafifçe aralandı. Burhan Şefik yerinden kalkmaya çalıştığı anda odanın içinde bir cam kırıl ve Burhan Şefik olduğu yere yığıldı.kendisine geldiğinde Abbas’ın Mehmet Selam’ın öldüğünü öğrendi. O cam şişedeki sıvı mavi kloroformuş ve kendisini bayıltmak için kullanılmış. Burhan Şefik bir doktor çağırılmasını istedi. Abbas orada yaşayan felçli bir doktor olan Ahmet Şemsettin’i çağırmaya gitti. Bu arada dışarı çıkarken Fahire ile karşılaştı.

      Fahire olanların kendisine de anlatılmasını istedi. Burhan bütün gerçekleri ona da anlattı. Daha sonra doktor geldi ve cesedi inceledi. Doktor adamın yakın mesafeden öldürüldüğünü söyledi. Kendisinin felçli olmasına sebep olan olayı da Arabistan’da yaşadığını da anlattı. Burhan Şefik bir anda şaşırdı. Burhan Şefik bahçede kalıbı tıpkı bir şamdan şeklinde olan bir kap buldu ve Nazmi Efendiye bütün gerçekleri anlatmasını istedi. Bey cebinden bir mektup çıkarttı ve bu mektupta şamdanı gece yarısı köşkün arkasında ağaçların birinin altına şamdanı bırakmaları gerektiği yazılıydı.

      Mustafa Nazmi Efendi Arabistan hayatını anlattı. Başta bir tülbentçi tezgahtarı olduğunu çok para kazanmak istediğini daha sonra halasıyla beraber hacca gittiğini anlattı. Halsı zengin bir kadınmış. Arabistan da tüm servetini Nazmi Efendiye bırakmış. Burada Nazmi Efendi Müslim Selam ve Sebahattin diye iki kişi ile tanışmış. Bunlarla beraber Arabistan’da birçok haydutluk yapmış kabilelerin değerli eşyalarını çalıp kaçmışlar, en son bir kabilenin bir köleyi öldürmek üzere olduğunu görmüşler ve onu kurtarmışlar. O köle Abbas’mış. Abbas bu üç kişinin her birine bir şamdan hediye etmiş ve bu şamdanların bir araya geldiğinde büyük bir servetin anahtarı olduğunu söylemiş. Daha sonra hayatı boyunca Nazmi Efendi’nin yanında kalmış.

      Burhan Şefik köşke geldi ve Nazmi Efendi’nin öldüğünü görünce hemen bir araç çağırdı. Sonra çığlıkları duydu ve aşağı kata koştu. Bu sırada Abbas’la karşılaştı ve onunla boğuşmaya başladı. Tam Abbas’ın boğazını sıkacakken Abbas elinden çıktı ve kaçtı. Köşke girdi. Şamdanları aldı ve arka kapıdan kaçtı. Çağırdığı araba aşağıda kendisini bekliyordu. Arabaya atladı ve kaçmaya başladı. Burhan’ın çağırdığı araba da gelmişti. Onlarda o arabaya atladılar ve Abbas2ı takip etmeye başladılar. İlk önce Abbas’ın arabası izini kaybettirdi ve Abbas sevinmeye başladı. Fakat sonra tekrar Burhan’ın bindiği araç o arabaya yetişti. Burhan silahını aldı ve Abbas’ın bindiği arabanın tekerleğine nişan aldı. Ve arabanın iki tekerleğini patlattı. Araba durdu. Abbas arabadan indi ve arabanın arkasına saklandı. Burhan keskin bir nişancı gibi üç el ateş etti ve Abbas2ı omzundan vurdu. Abbas sırtındaki yüklerden yardan aşağı yuvarlandı ve öldü. Böylece bu gizemli hazine Anadolu hisarında gizemli beş cinayetle son buldu. 
 
 

Şahıslara Bağlı İnceleme:

Esas Kahramanlar:

Mustafa Nazmi Efendi: Zengin bir tülbentçidir. Arabistan’a gitmiş ve bu seyahat sonrasında zengin olmuştur. Vücutça kuvvetli, uzun boylu, sağlam bünyeli bir adamdı. Saçlarındaki aklar ancak onu kırk yaşarlında gösteriyordu.

Fahire : Fahire yirmi yaşına, kara gözlü, uzun kirpikli, beyaz teni ve kestane rengi saçlarıyla alımlı bir kızdı. Narin bir kızdı.

Burhan Şefik: Nazmi Efendi’nin dostlarından birinin oğluydu. Taharri memuruydu. Dirayetli, güçlü bir kişiliği vardır. Roman onun ve Abbas’ın ekseni etrafında gelişiyor. Zorluklardan yılmayan, son derece zeki, hareketli ve çevik bir gençti.

Abbas : Mustafa Nazmi Efendi’nin Arabistan’dan getirdiği uşağıdır. Abbas küçük bir vücut yapısı olmasına rağmen, son derece kuvvetli ve çevik bir yapısı vardı. Çok uyanık ve haindir. 

2. Dereceden Şahıslar:

Mehmet Selam : Eserde gününü gün eden, en sonunda beş parasız kalan bir hırsız ve haydut portresi çizmektedir.

Sabahattin (doktor) : Kendisini ölen bir doktor olarak göstererek şamdanın peşindedir. Amacı üş şamdanı alıp büyük hazineye sahip olmaktır.

Kendisinden Bahsedilen Şahıslar: Abid, Hala, Karısı, Müslim Selam, Başkomser, iki şoför, aşçı, dadı kalfa.

Romanda Zaman : Eserin zamanı ilk teşrinin başında başlamıştır. Ramazan ayını eserde yazarın zaman kavramı olarak karşımıza çıkardığını görüyoruz. Eserin zamanının sonbahar mevsimi olduğunu şuradan anlıyoruz: “Ağaçlar yapraklarını döküyor ve Anadolu Hisarındaki bütün evler boşalıyor.” Buradan eserin zamanının güzün sonları olduğunu çıkarıyoruz.

Romanda Mekan : Eserde ilk önce Teşviki’deki büyük konaktan Anadolu Hisarındaki büyük köşke taşınmaları anlatılıyor. Eserde ana mekan Anadolu Hisarıdır. Buradaki köşk ağaçların ve bağların arasına gizlenmiş bir köşktür. Eser bu köşkte ve Anadolu Hisarı sırtlarında geçmektedir.

Romanda Plan: Eser klasik anlatım planı çerçevesinde ele alınır. Olaya giriş bölümüyle yani, Anadolu Hisarındaki eve taşınılmasıyla başlıyor, sonra düğüm bölümünde burada işlenen cinayetler anlatılıyor. Bu cinayetler çerçevesinde olay akışı sağlanıyor. Sonuç bölümünde ise gerçek katil bulunuyor ve katil öldürülüyor.

Romanın İçeriği: Eser macera türünde kaleme alınmıştır. Eserde polisiye bir kurgu kullanılmıştır. İşlenen cinayetler ve cinayetlerin sırları üzerinde durulmuştur. Fakat eserdeki şamdanların hikayesi ve hazineler esere masalsı bir hava katmıştır.

Romanın üslubu : Eser yalın, akıcı ve anlaşılır bir dille kaleme alınmıştır. Yer yer eserde masalsı bir anlatım denenmiştir. Fakat bu eserin sadece iki bölümünü oluşturmaktadır. Eserde yalın anlatımın yanında bol bol tamlamalar kullanılmıştır. Bu dönemim eserlerinde görülen genel bir özelliktir.

Dil ve Anlatım : Cümleler düz anlatımla ifade edilmiştir. Yer yer devrik cümleler kullanılmıştır. Fakat bunlar sadece karşılıklı konuşmalarda kullanılmıştır. Romanın dili sade, akıcı anlaşılır bir yapıya sahiptir. Böylesine bir anlatıma sahip olmasında hiç kuşkusuz eserin macera türü bir eser olması önemli bir yer kapsar.

Yorum: Eser kurgu olarak güzel bir şekilde ele alınmış ve katilin kimliğinin eserin sonuna kadar ortaya çıkmaması eser adına güzel satılacak yönlerdendir. Fakat eserin sonunda katilin ölümü son derece basit olmuştur. Bu kısım daha etkileyici bir anlatım ve kurgu ile ifade edilebilirdi. Eserde kullanılan masalsı öğe çok abartılı olmuştur. Yazar bazı yerlerde olayı kesmiş, akışını devam ettirmeden başka bir yerden başlamıştır. Tüm bu teknik kusurlara rağmen sürükleyici anlatımıyla okunmaya değer bir eserdir.  

Zambak ve Yontu

Yayınlandı: 28 Mayıs 2007 / İnceleme
ZAMBAK ve YONTU 

       Künyesi: Zambak ve Yontu (178 syf.)

                     Ergül ÇETİN

                     Öteki Yayınevi (1997- Ankara) 
 
 
 
 

       Ergül Çetin’in şimdiye kadar altı şiir kitabı yayımlandı. Bunlar sırasıyla Bir Avuç Kum (Yarın,1984), Yenilikler (Promete,1992), İlk Sözleri Söylenmemiş Bir Aşkın Son Sözleri (Prospero,1995), Zambak ve Yontu (Öteki,1997), Borges’in Eli (1998), Teneşirde Ten (Suteni, 2002) Bunların dışındaki bir sürü şiiri de dergilerde ve dosyalarda kalmıştır. Ergül Çetin, yazdığı şiirlerle uyumlu olan bir hayata sahip olmadı. Hem kendinden hem de başkalarından saklanmayı, uzakta kalmayı tercih etti. Herkes gibi yaşadığı gündelik hayatı bunu hiçbir biçimde değiştirmedi. Bu tavrı şiir yazan adına sonuna kadar olumlamak gerekiyor. 

     Ergül Çetin’in yazdığı büyük ölçüde gündelik hayatını herkes gibi yaşayan insanla aynı insanın zihnindeki başka bir insanla hesaplaşmasının şiiridir. Başta belirtmeye çalıştığım insanın bedeniyle zihni arasındaki kopukluk buna yol açar. Çetin yazdıklarıyla, zihniyle bedeni arasında bir ilişki kurarak yaşamayı talep ediyor. Bunu yaparken de arkaizm üstünden zihnine ve bedenine yönelmeyi bir bilinç olarak alıyor. Günümüz dünyasında bunun anlamı yenilgiye hazırlanmaktan başka bir şey olmayacaktır.  

     Ergül Çetin yazdıklarında kendinden dolayı liriktir. Ama onun lirikliği anlatmasını ve hikâye etmesini hiç engellemez. Bu haliyle Çetin kendinin ve oluşturduğu kişisel tarihinin lirik bir anlatıcısıdır. Özellikle arkaizme olan ilgisinden dolayı çoğunlukla bir anlatıcının edasını yazdıklarında görürüz. Arkaizm onun ne kadar ilkel bir dünya ve hayat talebiyse lirizm de bu talebi kişisel düzeyde ele almasını sağlayan başka bir olgudur. 
 
              Ergül Çetin şiirlerini baştan beri müthiş bir arkaizm duygusuyla yazmıştır; yani yazdığı şiirlerde arkaizm belirleyici rol oynamıştır. İzlek olarak arkaizmin onun yazdıklarında bugüne yönelik tepkisinin ve taleplerinin temelini oluşturduğunu düşünürsek arkaizmi de farklı anlayabiliriz. Çünkü onun yazdıklarında arkaizm olgusu, sorun ettiklerini tartışma ve yeniden tasarımlama imkânı şeklinde görülür.  
 
              Bunların başında ise iktidar gelir. Çetin yazdıklarında geçmişin iktidarlarına ve bugünün mikro ve makro iktidarlarına şiddetle saldırır. Arkaik dünyanın iktidar ilişkilerinden hareketle çoğu zaman bugünün iktidar biçimlerine yönelerek yine arkaizm üstünden reddeder. Yanı sıra arkaizm sayesinde kendine bugünün içinde hem hayatı tasarımlar, hem de kendine yaşama alanları oluşturur. “Zambak ve Yontu” adlı şiir kitabındaki “Yazıt” şiiri bu düşünceyi kanıtlar niteliktedir. Bu şiirdeki şu mısralar iktidara yapılan eleştiriyi destekler.

       “…

        Çağrı kâğıtlarımız yanlış düzeltilmişti

        Tarih ve sayı yazılmamıştı üzerlerine

        Üstelik mühürsüzdüler

        Sorumluluk almak istemiyorlardı bu yüzden

        Sorumluluğu üzerinden atacak

        Başka merci de bulunmadığından

        Mümkün olduğunca geciktiriyorlardı işi

        …  ” 
 
              Bugünden dolayı şiirinde arkaizm bir izlek olarak ortaya çıkar. Ne var ki, arkaizm izleği bugüne yönelik yıkıcı tavrını somutlaştırdığı gibi hem kendinin, hem de okurun önüne bir bugün tasarımı koyar. Bu tasarımı gerçekleştirmeyi ve yaşamayı ısrarla talep eder. Bu bağlamda Çetin’in şiiri gelecekten çok bugünle ilgilidir Bu haliyle geçmiş sürekli bugüne yönelme eğilimi içindedir, bugünü kışkırtır. “düzmece bir hayat” karşısında bu da bir şeydir. Okurun önüne koyduğu bugün fikri “ Yazıt” şiirinde belirgin olarak işlenmiştir. Bu şiirde insanların geçmişlerine önem vermeyişini ve haksızlıklar karşısında susmalarını eleştiren şair, onlardan yaşanılabilir bir dünya oluşturmalarını istemektedir. 
 
              Çetin belki de dünyanın bu hali yüzünden kendisini şiirlerinde yalnızlığa ve karamsarlığa itmiştir. Daha ilk şiirlerinde“ yalnızlığım iyidir, yalnızlığım güzeldir benim.”  bunun ipuçlarını verir ve ısrarla kendiyle baş başa kalma ve kendiyle yalnız yaşama duygusunu ve isteğini belirtir. “anladım ki artık, kendine mahkûm bir şairim/ yaşanmış günlerimi görüyorum bütün yazdıklarımda/ ve yaşanmamış günlerimi hiç yazmadıklarımda/ yaşanmamış günlerim, hep yaşamak için yazacağım sizleri,” derken de yalnızlığını ve yaşamak istediği güzel günleri anlatmak istemiş, toplumda gördüğü boşlukta da insanın yaşamaya bir anlam arayabileceğini belirtmek istemiştir. Ayrıca Ergül Çetin, “tutunmak için kendi boşluğumdan başka bir şeyim yoktu” demesiyle de insanın bu dünyada kendisinden başka sığınağının olmadığını belirtmiştir. Şairin şiirlerindeki bu tutumunun insanın iç sıkıntısına bağlı olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü insanın kendi kabuğuna çekilmesi onun sıkıntı ve huzursuzluk içinde olduğunu kanıtlar. Yalnız kalan insanın tek dostu yine kendisdir. Zamanının çoğunu kendi kendine konuşarak ya da içini mısralara dökerek geçirir. Ergül Çetin’in de Zambak ve Yontu adlı kitabındaki birçok şiirde sıkntısını ve dertlerini şiirlerine dökmüştür. Çoğu şiirinde yalnızlıktan yakınır. Yazarın içinde bulunduğu bu durumlar onun kendi kendisini sorgulamasına vesile olur. Bunu da “belki ben tarının çocuğuyum”  ya da “sorgulayarak baktım hayatın yüzüne”  mısraları ile daha açık anlayabiliyoruz. 
 
 
              Ergül Çetin’in yazdıklarına bakılırsa hayatın anlamı yenilgiden başka bir şey değildir; ancak  ona göre yenilgiler insana yaşama kaynağı ve gücü verir.. Zambak ve Yontu kitabındaki  “bir televizyon filminden arta kalan sözler” adlı şiirinde karamanın hedefe ulaşamayışı; ancak yine de emelinden vazgeçmeyip kaderine karşı savaşması onun hayatla yenilgilerin sayesinde insanların yeni umutlara koştuğunu destekler. Ergül Çetin de “yenilgilere rağmen getirdim ömrümü düşe kalka” dizeleri ile yenilgiler karşısında daha istekli durduğunu, aslında insanların yenilgilerle hayata bağlı olduğunu söylemek istemiştir.

       Ayrılıkların ve yalnızlığın ana nedeninin kadınlar olduğunu söyler. Bunun nedeni de Ergül Çetin’in masumiyeti, fahişeliği, ihaneti, bağlılığı  gerçeği, yalanı, değeri, değersizliği, çirkini, güzeli daha çok kadınalr üzeinde tartışma konusu etmesiyle meydana gelir. “kim ki masumdur, fahişedir bu yüzden” dizesi insanın içindeki kötülük ve şiddeti örnekler. 
 

       Çetin’in ısrarla geçmişi bugünün yerine koyar. Çetin’in yazdıklarında ise arzuladığı dünyanın yine bu özgürlüğün önüne nasıl çıkarıldığını görme şansını buluruz. O geçmişin deneyimlerinin bu gün de yaşanabileceğini, hatta bugünün sorunlarına bir ışık olabileceğini savunur. Bu yüzden birçok şiirinde de tarihten olaylarla düşüncesini desteklemiştir. 

       Onun şiirlerinde yaşadığı çevreyi de bulmak mümkündür. Şairin uzun yıllar yaşadığı Ankara’da meydana gelen değişiklilkleri “Kayaş Tren İstasyonu’nda” ve “Gazipaşa’dan geçerken” adlı şiirlerinde eleştirel ve ironik bir bakış açısıyla ele almasından anlayabiliyoruz. Çetin’nin bu yaklaşımı ile Ankara ve dünyadaki başka yerlerin yabancılığını çok güzel bir şekilde ifade etmiştir.

Şiirinde Dil ve Anlatım: 

      Şair Zambak ve Yontu adli şiir kitabında gayet sade bir dil kullanmayı tercih etmiştir. Şiirlerini oluşturduğu kelimelerin herkes tarafından anlaşılabilir nitelikte olması da bu düşünceyi kanıtlar niteliktedir. Şair kelimeler arasındaki uyumu şeklen yakalayamamasına rağmen, onların anlam açısından bu uyumu sağladığı göze çarpan başka bir noktadır. Bu duruma örenek olarak; 

      “bu gece hiç uyuma sevgilim, ne olur!

            Yalnız hep benim içni yap bunu

        Bir an bile kırpma gözlerini” 

dizeleri verilebilir. Çünkü “ bu gece hiç uyuma sevgilim, ne olur!”  adlı şiirinde gece, yalnızlık, uyku ve göz arasında anlamsal açıdan bir birliktelik vardır. Bu da şairin kelimeler arasında şeklen olmasa da mana açısından bir bütünlük kurduğunun kanıtıdır. 

      Şair şiirlerinde ritim unsurlarına çok yer vermemiştir. Şiirlerinde etkileyiciliğin düştüğü yerlerde yer yer bu unsurları kullanma ihtiyacı duymuştur. Bunu da şu mısralar destekler niteliktedir. 

      “…

  Odanın hemen her zaman açık duran penceresinden

       Hiç sürülmemiş bir ova gibi dümdüz görünen denizden

       Gelip geçen gemilerin uyandırdığı çekip gitmek

       Düşüncesini de kafamdan silip atmam gerek

       …”

 

      Şairin şiirlerinde anlatmak istediği sevgi, ayrılık, hasret, yalnızlık,  değersizlik, bağlılık, karamsarlık gibi duygular şairin şiirlerinde çok belirgin olarak işlenmiştir. Bu da onun şiirlerinin açıklığını arttırır niteliktedir. Ayrıca süslü ibarelere fazla yer vermemesi şiirlerini yalın kılmıştır.

      Şiirlerinde söz oyunlarına, anlam sanatlarına çok fazla rastlanmaz. Anlatmak istediği düşünce ve duyguları açık ve anlaşılır bir dille ve sade ve bilinir benzetmelerle okuyucuya yansıtır.

        
             

Şiirlerinde Biçimle İlgili Özellikler 

      Ölçü yönünden incelendiğinde şiirleri sabit bir ölçüde yazılmış diyemeyiz. Kafiye yönünden de şiirler gazyet fakirdir. Belirli bir nazım şekli kullanmayan yazar; nazım birimlerini kendince gruplandırarak özgün bir nazım şekli ortaya çıkarmıştır. Tür açısından şiirleri genel itibariyle lirik yapıdadır. 

Şiirlerinin İçeriği 

      Şairin şirleri konularını toplumda karşılaştığı sosyal sorunlardan, yaşadığı aşklar, çevresindeki değişimler, sevdiklerinden ayrılmanın hüznü, geçmiş günlere duyulan hasret, hayata dair hayallerinden…vs. alır.

      Şair bu konuları şiirinde hüzün, tasa, korku, kaybetmişlik, güvensizlik ve karamsar bir hava içinde ele almıştır. Şairin şiirlerini oluşituırmadaki düşünceleri karamsar anlatımlardan yola çıkarak doğruya yöneltmek olarak gösterilebilir. Mesela Yazıt adlı şiirinde  şair  toplumun kötü halini ele alırken aslında toluma yanlış yolda olduğunu ve doğru yola dönmeleri gerektiğin anlatmak istemiştir. Bir başka örnek verilecek olunursa “Bir televizyon filminde arta kalanlar” adlı şiirinde kişin hedefi tutturamaması ve kötümser düşüncelere yönelmesini örnek vererek aslında topluma kötü sonuçların alınması halinde bile amaçlarında vazgeçmemelerini öğütlemek istemiştir.

      Şair şiirlerinde topluma öğüt vermeyi amaçladığı; toplumu ve çevreyi kendi görmek istediği gibi ya da kendi algıladığı gibi anlattığı için, şiirlerinde klasik edebiyatın kalıplarından uzak olduğu için, fazla kafiyeye yer vermediği ve belirli bir nazım şekli kullanmadığı için Arkaizm akımından etkilendiği söylenebilir. Ancak, Ergül Çetin bu akımın kurallarını da kendine göre yorumlamasını bilmiştir.