‘Güzel Yazılar’ Kategorisi için Arşiv

Ne Mutlu Türküm Diyene! 

Başbakan İnönü saat 18.00 sularında Florya Köşkü’nde Atatürk’ü ziyaret
etmi
ş:
 

– Hayırdır İsmet… Habersiz geldin. 

– Paşam, azınlıklar
meselesi… Konuyu Meclis’e getirece
ğiz… Ne diyorsunuz?
 

İsmet bugün geç oldu…
Yarın sabah erkenden gel, konu
şalım.
 

İnönü çıkınca Atatürk "bütün
görevlileri" toplamı
ş:
 
– Sadece laleler kalsın… Bahçedeki di
ğer bütün çiçekleri
sökün, atın… Derhal.
 

İsmet Paşa sabah gelmiş, bahçenin "halini" görmüş ve
"görevlilere" sormu
ş:
 
– Ne oldu böyle? 

– Gazi Paşa Hazretleri emrettiler,
söktük.
 

Başbakan İnönü, Cumhurbaşkanı Atatürk’ün odasına
girmi
ş:
 
– Pa
şam, bahçenin durumu
nedir?
 

– Azınlıkları söküp attım İsmet. 
İnönü "anladım" dercesine başını öne eğmiş: 
Atatürk: 
İsmet, ben "Ne Mutlu
Türküm Diyene"
 
sözünü bo
ş yere söylemedim…
Kendini Türk hisseden herkes bu vatanın öz evladı… Ben hayatta oldu
ğum sürece bu böyle
bilinsin… Ve sakın azınlıklar ile ilgili bir kanun çıkarılmasın.

         

                                                           http://www.crazyprofile.com/textmaker/ripple.swf

MASAL TEKERLEMELERİ                                                                                               

Masalların başında sözcüklerin ses benzerliğinden yararlanılarak söylenen yarı anlamlı, yarı anlamsız söz dizileri vardır. Bunlara “tekerleme” denir.

Masal tekerlemeleri birbirleriyle pek ilgisi olmayan, ancak dinleyicinin ilgisini masala çekmek için bir araya getirilmiş sözlerden oluşur. Tekerlemenin asıl güzelliği de, birbirleriyle ilgisiz gibi görünen bu tür sözlerin bir düzen içinde sıralanmasındadır. Bu da bir söz ustalığını gerektirir. Bu ustalık masal anlatanın, yani masalcının ustalığına bağlıdır.

Aslında tekerlemenin masalla hiçbir ilgisi yoktur. Sadece dinleyicinin ilgisini çekmek ve onu masal dünyasına girişe hazırlamak için söylenir. İşte masalcının söz ustalığı da burada başlar. Söylediği tekerlemeyle dinleyenleri neşelendirir. Anlatacağı masala ilgi çeker. Masalının dikkatle ve heyecanla dinlenmesini sağlar.

Kimi masal tekerlemeleri de bilinenlerden birkaçının birleştirilmesinden oluşur. Araya yeni deyim, benzetme ve sözcükler eklenerek yeni biçimlere sokulur.

Gelin şimdi de söz ustalığının en güzel örneklerinden biri olan masal tekerlemelerinden sizin için seçtiklerimizi okuyalım. Onları ezberlemeye çalışalım. Anlatacağımız masallara bu tür tekerlemelerle yeni renkler katalım.


Evvel zaman iken, deve tellal iken, saksağan berber iken… Ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken. İp koptu, beşik devrildi. Anam kaptı maşayı, babam kaptı meşeyi, döndürdüler dört köşeyi. Dar attım kendimi dışarı… Kaç kaçmaz mısın… Vardım bir pazara. Bir at aldım dorudur diye. Bineyim dedim, at bir tekme salladı bana geri dur diye… Padişahın topları ateşe başladı. Topladım gülleleri cebime koydum darıdır diye. Tozu dumana kattım, Edirne’ye yettim. Selimiye minarelerini belime soktum borudur diye. Yakaladılar beni tımarhaneye attılar delidir diye. Babamdan haber geldi, onun eski huyudur diye. Bereket inandılar, tutup beni saldılar. Neyse uzatmayalım, masala başlayalım…


Bir varmış, bir yokmuş. Zaman zaman içinde, kalbur saman içinde. Deve tellal iken, horoz imam iken, manda berber iken, annem kaşıkta, babam beşikte iken… Ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, babam düştü beşikten, alnını yardı eşikten… Annem kaptı maşayı, babam kaptı küreği, gösterdiler bana kapı arkasındaki köşeyi… O öfke ile Tophane minaresini cebime sokmayayım mı borudur diye… O öfke ile Tophane güllesini cebime doldurmayayım mı darıdır diye… Orada buldum iki çifte bir kayık. Çek kayıkçı Eyüb’e…

Eyüb’ün kızları haşarı… Bir tokat vurdular enseme, gözlerim fırladı dışarı… Orada gördüm bir kız… Adı Emine, gittim yanına… Bir tarafı tozluk dumanlık, bir tarafı çayırlık çimenlik, bir tarafı sazlık samanlık… Bir tarafta boyacılar boya boyuyor renk ile… Bir tarafta demirciler demir dövüyor denk ile… Bir tarafta Mehmet Ali Paşa cenk ediyor şevk ile… Anan yahşi, baban yahşi, kurtuldum ellerinden… vardım masal iline.(Naki TEZEL’den)


Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, cinler top oynarken eski hamam içinde… Ben deyim şu ağaçtan, siz deyin şu yamaçtan, uçtu uçtu bir kuş uçtu; kuş uçmadı, Gümüş uçtu. Gümüş uçmadı, Memiş uçtu. Uçar mı, uçmaz mı demeye kalmadı; anam düştü eşikten, babam düştü beşikten… Biri kaptı maşayı, biri aldı meşeyi; dolandım durdum dört köşeyi…

Vay ne köşe bu köşe! Dil dolanmadan ağız varmaz bu işe; bu köşe yaz köşesi, şu köşe kış köşesi, şu köşe güz köşesi, diye iki tekerleyip üç yuvarlarken aşağıdan sökün etmez mi Maraş paşası!.. Hemen bir sarıya bir fare deliği bulup, attım kendimi dışarı; gelgelelim şu mahallenin yumurcakları haşarı mı haşarı; bir fiske vurdular enseme, gözlerim fırladı dışarı!..

Az gittim uz gittim… Dere tepe düz gittim. Çayır çimen geçerek, lale sümbül biçerek; soğuk sular içerek, altı ayla bir güz gittim. Bir de dönüp ardıma baktım ki, ne göreyim, gide gide bir arpa boyu yol gitmişim!..

Vay başıma, hay başıma; bu yol bitecek gibi tükenecek gibi değil, ya bir devlet kuşu konsa başıma, ya da alsa beni kanadına kaşına, demeye kalmadı bir de gördüm ki, ne göreyim? Adıyla sanıyla, yeşiliyle alıyla, Zümrüdüanka dedikleri değil mi? Kafdağı’nın üstünden süzüm süzüm süzülüp geliyor. Bakın hele! Yüzü insan, gözü ahu. Ne maval, ne martaval. İşitilmedik bir masal!..


Zaman zaman içinde, kalbur saman içinde… Bu sözün önü var, arkası yok; gömleğimin yeni var yakası yok… Sabır da bir huydur, suyu var tası yok. De gel sabreyle sabreyle… İyi ama susuzla sabırsız ne yapar? Ya bir kuyu kazar, ya dolaşır çarşı pazar; ben de aç karın, yüksek nalın çıktım pazara, Mevlam uğratmasın iftiraya nazara…

Bir kaz aldım karıdan, boynu uzun borudan! Kendisi akça pakça, eti kemiğinden pekçe, ne kazan kaldı ne kepçe! Kırk gündür kaynatırım kaynamaz.

Hay dedim, huy dedim; bu ne pişmez şey dedim. Bir iken iki olduk, üç iken dört olduk; anan soylu, baban boylu derken kırk olduk; kırkımız kırk ateş yaktık!… Kırk gündür kaynatırım kaynamaz. Baktım ki olacak gibi, sofraya konacak gibi değil, eğil dağlar eğil dedik; onumuz hu çekti, onumuz su çekti; onumuz un, odun çekti; haydan geleni huya sattık, unu bulguru suya kattık. Suyu kazana, kazanı yeniden ocağa attık; vay ne kaynattık ne kaynattık… De şimdi kaynar mı, kaynamaz mı? Derken efendim bu kez başını kaldırıp bize bakmaz mı!..

Gayrı pabucunu bırakıp kaçan kaçana! Kanadını kaldırıp uçan uçana! Eh, bir ben miyim kırk kişinin gevşeği? Çıkardım ahırdan boz eşeği vurdum sırtına palanı, çektim yedi yerden kolanı; bindirdim üstüne doksanlık anamı. Boynuna mavi bir boncuk takmadım ama, koynuna koydum bir sabırtaşı. Sabırtaşı, sabırcıktaşı deyip geçmeyin öyle! Ne anamın aşı, ne gözümün yaşı. İtler işin başı, tandırın başı, masalın başı, bu sabırtaşı! Verilecek kuluna vermiş, bize de versin Yaradan; haydi dedikoduyu kaldırıp aradan, dinleyin şimdi; sabırlı kim, sabırsız kimdi…


Evvel zamanda, yoksullar handa
Beyler, konağında yaşarmış.
Buna öfkelendim
Bir hayli söylendim
Aldım başımı çıktım dışarı
Görmeyin gidişimi
Bakmadan sağa sola
Düştüm bir yola.
Az gittim, uz gittim
Dere tepe düz gittim
Çayır çimen geçerek
Arpa buğday biçerek
Soğuk sular içerek
Altı ay bir güz gittim
Yürüdüm yürüdüm vardım bir bağa
Daldım bir konağa
Vay sen misin dalan
Kimi kolumdan tuttu kimi bacağımdan
Attılar beni bir dağa
Zoruma gitti başladım ağlamaya
Karşıma çıktı bir derviş
Derviş amca dedim bu ne iş?
Kuru idim ıslandım sel beni neyler
Bulut oldum uslandım
Yel beni neyler?
Vay gidi dünya
Kimi güler, kimi söyler
Kulak verin bu masala
Keloğlan ne iş tutar, n’eyler


Handadır handa, bir kara manda
Üç yüz yaşındaydım evvel zamanda
Mavi çadır gerilmiş, duydum pazar kurulmuş
Vurdum karıncaya palanı
Kırk yerinden bağladım kolanı
Sardım sırtına seksen sekiz çuval soğanı
Vardım pazara
Vay ne pazar ne pazar, güzeller durmaz gezer
Kırlangıçlar terzi, köpekler kalaycı, tilkiler tüccar

Buldum bir köşe, başladım işe
Soğan sarmısak satarken
Terazimin kolu kırıldı bir güzele bakarken
Kurbağa kanatlandı gitti gelin getirmeye
Gelin çıktı çardağa, çat yerleşti bardağa
Masaldır bunun adı, dinlemekle çıkar tadı


Zaman zaman içinde, kalbur saman içinde, cinler cirit oynarken eski hamam içinde… Odunun biri bir odun vurdu kafama… Kafam koptu kalktı gitti sarmısak pazarında sarmısak satmaya… Durur muyum ya, ben de arkasından koştum. O gitti ben gittim, o gitti ben gittim; derken arkasından yetiştim ama, bak şu kafaya:
– Ben senin kafan değilim, demesin mi?
– Kafamsın!
– Değilim!
– Kafamsın!
– Değilim!

Diye atıştık, vuruştuk. Son sonu kadının kapısında buluştuk. Buluştuk ya, bak şu püsküllü belaya, kadı evde yokmuş, mercimek ağacına çıkmış da mercimek topluyormuş…

Ağacın tepesinden bize bağırdı:
– Sizin davanız büyük dava!.. Kuş kanadı kalem olsa, derya deniz mürekkep; gene ne yazılır, ne biter… Hele kırk tomar kâğıt, kırk kucak kalem getirin de ötesini düşünürüz, dedi.

Bir dediğini iki eder miyiz? Aldık getirdik, bulduk getirdik. Merdiveni de aradık taradık, götürüp mercimek ağacına dayadık, dayadık ya, kadı inerken kırılıvermesin mi mübarek!..

Kadı öldü, kafam da bana döndü: Ah kafa, nah kafa; ne çekersem senin elinden çekiyorum…


Var varanın, sür sürenin… Baykuşu çoktur viranenin… Destursuz bağa girenin, geçmez para ile dükkâna girenin, hokka çömleğini başında patlatır Bekri Mustafa… Hak dost, veli dost… Babamdan kaldı bir eski post… Ben dikerim, o sökülür… Arasına bit, pire sokulur… Ufacığı bakla gibi, büyüceği toklu gibi… Tuttum pireyi, İstanbul’a yolladım. Bekledim, bekledim gelmedi. Ardından uşak yolladım.

Kırk kişiyiz… Onumuz odun yarar, onumuz kav çakar, onumuz su taşır, onumuz ateş yakar… Bir de baktık kaz kafasını kaldırmış, kazandan bize bakar… Fare takla tukla… Ne nohut bıraktı bu yıl, ne de bakla… Kahveci kutuyu sakla, tiryaki olmuş o güdük fare…

Fare ovada yedi başağı, sıyrıldı çıktı direkten… Somunu kaptı kürekten… Gözleri büyük çörekten… Dişleri iri oraktan…

Tavandan teker meker… Gözlerime toz döker… İhtiyara bakmaz geçer. Bir oh çekmez mi bizim güdük fare? Tavanda koptu patırtı… Çömlek başına atıldı… Çektim tüfeği avludan… Yah ettim dokuz kilo soğan.

Derken efendim, baldıranlığa daldı kurudur diye… Boz eşek attı çifteyi geri dur diye. Ben tuttum kuyruğundan ileri diye…

Kalktı sıçradı kürek sapına… Gözünü dikmiş çocuk hakkına… Seksen kiloluk pekmez küpüne…

Reçel olup gitti bizim güdük fare… Efendimin ağası… Sivridir külahisi… Uzatmayalım biz bu sözü, başımıza gelir daha belası…

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, bir memleket padişahının kırk oğlu varmış…


Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, deve tellal, pire berber iken, ben dayımın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, aşağıdan:

– Tutun da, vurun da! diye bir gürültü kopmaz mı?

– Eyvah, dedim. Şimdi bunlar susmazlar, dayımı uyutmazlar.

İki kalktım, bir hopladım. Yüz ayak merdiveni bir çırpıda atladım.

Baktım; bir kuru kalabalık.

– Nereye gidiyorsunuz böyle? dedim.

– Hak aramaya gidiyoruz, dediler.

Neyse, katıldım ben de içlerine, vardık koca şehrin birine. Aradık taradık, hakkımızı bulduk. Meğer o da pire değil miymiş?

Bindim pireye, vardım Tire’ye. Pire gider çatır çutur, hak sahibine balta getir. Bak şu pirenin işine, yular bağladım dişine. Gören şaştı, duyan şaştı, Üsküdar vapuru Beşiktaş’ı aştı.

Tuttum pirenin birisini, kırdım ufağını irisini, davula geçirdim derisini, kaytan yaptım kuyruğunu.

Sonra sırtına vurdum palanı, altından çektim kolanı, dinleyin bakalım bendeki koca yalanı… (Eflâtun Cem GÜNEY’den)

Masal ülkesinin çocukları

Gün geçtikçe daha da inkar ettiğimiz aslımızın bize kattıklarını unutarak bizden olmayanı yaşamaya çalışıp duruyoruz. Halbuki elimizdeki hazine akıllara durgunluk verecek seviyede; ancak bu hazine deryası hazin bir süreçten geçiyor. Artık unuttuğumuz geçmişimize anılarımız da katılıyor ve bizler "biz" olmaktan çıkıyoruz.

Alev Alatlı’nın "SCHRÖDİNGER’İN KEDİSİ [KÂBUS]" isimli eserinde bir dönemde insanların "Ağzı olan konuşuyor" reklamlarıyla ne hale geldiğine dair fevkalâde bir tespiti var. Bizi, kendimize nasıl yabancılaştırdığımızı anlatır, Alatlı. Genç zihinlerin umursamadığı, orta yaşlarında olanları kıvrandıran ve yaşlıları da bıktıran ve umutsuzluğa iten bu ve bunun gibi meseleler yüzünden artık konuşmaktan, paylaşmaktan ve samimiyetten uzak bir dünyada yaşar olduk.

Artık ne komşumuz var ne dostumuz. Başımızı sokacağımız bir ev bizim için her şey anlamına geliyor. Artık babalarımız, dedelerimiz bize masal anlatmıyor. Aklımız yalnızca para elde etmede.

Sizlerden ricam evlatlarınıza, sevdiklerinize masal okumanız ve masal okumaya başlamadan önce de not ettiğiniz bu tekerlemeleri şevkle dinleyeninize takdim etmeniz.

Unutmayınız, bizler masal ülkesinin çocuklarıyız.

Gökten üç elma düşmüş. Biri bunu yazanın başına, biri okuyanın başına, diğeri de sizi dinleyecek olanların başına…

                                                                                                                                                    …Samimiyetle…

(*) Bu yazı "anlamak.com.tr" adresinden alıntıdır.

Minik Köpek…

Yayınlandı: 01 Kasım 2008 / Güzel Yazılar
         

                                                       http://www.crazyprofile.com/textmaker/ripple.swf

Minik Köpek

 

Adamın biri Afrika’da safariye çıkarken yanına minik köpeğini de almış. Minik köpek bir gün ormanda dolaşıp kelebekleri kovalar, çiçekleri koklarken kaybolduğunu fark etmiş. Ne yapacağını düşünürken bir de bakmış ki karşıdan bir leopar geliyor ve belli ki günlük yiyeceğini arıyor. “Şimdi başım dertte!” diye düşünmüş minik köpek. Etrafına bakınmış ve yerde kemik parçalarını görmüş. Hemen arkasını leoparın geldiği yere dönerek kemikleri kemirmeye başlamış. Bu arada da arkadaki hareketi kestirmeye çalışıyormuş. Leopar tam saldıracakken minik köpek kendi kendine konuşmuş:


– Ne kadar lezzetli bir leoparmış. Acaba etrafta bundan bir tane daha var mı?

 

Bunu duyan leopar bir anda donmuş kalmış ve en yakındaki ağaca tırmanarak dalların arasına saklanmış ve “Tam zamanında kurtardım kendimi, yoksa bu köpeğe yem olacaktım.” diye düşünmüş leopar.

 

Bütün bunlar olup biterken bir başka ağacın üstündeki bir maymun olanları izliyormuş. Bildiklerini kullanarak bundan sonra leopardan nasıl kurtulacağının yolunu bulmuş. Leoparın yanına giderek neler olduğunu anlatmış. Leopar köpeğin yaptıklarına çok sinirlenmiş ve maymuna “Atla sırtıma, gidip şunu yakalayalım.” demiş. Ancak minik köpek neler olduğunu ve leoparın sırtında maymunla birlikte ve süratle kendisine yaklaştığını fark etmiş. “Şimdi ne yapacağım!” diye düşünürken kaçmaya teşebbüs etmemiş. Bunun yerine arkasını leoparın geldiği yöne dönerek, kemikleri kemirmeye devam etmiş.Tam leopar saldıracakken yine kendi kendine konuşmuş:


– Bu aptal maymun da nerede kaldı? Yarım saat önce bir leopar daha getirsin diye gönderdim, hala haber yok!

         

                                                      http://www.crazyprofile.com/textmaker/ripple.swf

Önce Virgülü (,) kaybettik…

 

Osman Nevres Efendi diyor ki:

“Önün ardın gözet, fikr-i dakîk et, onda bir söyle

Öğütme ağzına her ne gelirse âsiyâb-âsâ.”

(Sözü söylerken önünü ardını gözet ve on kez düşünüp bir kez söyle. Ağzına gelen her şeyi değirmen gibi hemen öğütüverme.) 

           Sözü söylerken on defa düşünmeyi, onu en güzel ve sanatlı şekliyle söylemeyi nasıl da unuttuk birden. Bir vakitler, konuştuğunda herkesin sustuğu, yazarken kaleminden dimağa lezzetler yayılan söz sultanları yaşardı bu coğrafyada oysa. Galiba bir rüzgar esti üstünden kentin ve sözün efendisi virgülü yitirdi birden. O zaman geniş, sanatlı, bol çağrışımlı, zengin ve tabii olarak zor cümlelerden korkar oldu ve basit ifadeler, kısa anlatımlar kullanmaya başladı. İfadede bir kargaşayla karşılaşmıyordu gerçi; ama konuştuklarının etkinliği, güzelliği, estetiği ve sanatı kısmen kaybolmuştu. Cümleleri basitleşince gitgide düşünceleri de basitleşti ve bu, gün geldi kişiliğine yansıdı, onu basit, sıradan ve hatta önemsiz kıldı. Efendiliğini mi yitiriyordu ne?!..

           Bir başka gün, o rüzgar ünlem işaretini alıp götürdü. Şimdi alçak sesle ve ses tonunu değiştirmeden konuşur olmuştu usta. Artık ne kızıyor, ne seviniyor, ne de heyecanlanabiliyordu. Hayatının renkleri kaybolmuş gibiydi. Yeknesak yaşamaya işte böyle başladı. Ustalığı yoktu artık.

           Bir süre sonra, soru işaretini de yitirdiğini gördü. Soru sormaz, soramaz olmak onu kendi içine kapatmıştı. Hiçbir şey onu ilgilendirmiyordu artık. Kalbinden geçen sevgilerin nedenini, zihnini bulandıran düşüncelerin niceliğini, dış dünyada olup biten olayların gerçeğini anlayamıyordu. Ne evren, ne dünya, ne ülke, ne de kendisi umurundaydı artık. Çocukken merak ettiklerini bile merak etmekten uzaklaştı.

          Birkaç yıl sonra sözcü, üst üste iki noktanın anlamını unuttu. Davranışlarının sebeplerini açıklamaktan vazgeçmeye o zaman başladı. Başkaları da onunla ilgilenmez olmuşlardı. Büyük bir yalnızlığın içinde kalmış, kalabalıklar arasında tek başına yaşar olmuştu. Ailesi, çevresi, işi, mesleği, sosyal hayatı var mıydı, yok muydu, unutmuştu. Sözü kaybetti.

          Ömrünün sonuna doğru elinde yalnızca tırnak işaretinin kaldığını fark etti. Kendine özgü tek düşüncesi yoktu artık. Kendinden sıyrılmış olarak yaşamak, başka birisinin yerine yaşamak kadar tatsız, boş ve anlamsızdı. Üstelik başkalarının düşüncelerindeki sorumlulukları yüklenme endişesi de iyiden iyiye belini bükmüştü.
Noktaya geldiğinde sıra, düşünmeyi ve konuşmayı da unuttu.
Kaybettiği nokta, son nefesinin sonunda onu beklemekteydi oysa.

          Dil bir ayna idi, insanın en gerçek yankısını dışa aksettiren. Ve aynalar ya güzelleşmek ve süslenmek; ya da çirkinliklerimizi görüp gidermek içindir. Aynayı kırmak, çirkinliğimizi başkalarının gözünden değil kendi gözümüzden saklar.

         Not: Osman Nevres, Kurtuluş Savaş’ında Hasan Tahsin diye anılan, düşmana ilk kurşunu sıkan kahraman gazetecidir. 

 İskender PALA

         

                                                     http://www.crazyprofile.com/textmaker/ripple.swf

        

         Kır Çiçeğinin Gül Yanı

 

         Gül için dikenine katlanabileceklerini söyleyenlerdir, kır çiçeklerini göremeyecek kadar güle bağlanmış olanlar. ‘Gül’ derler, başka bir şey demezler üstüne… 
         Ömürleri güllere ula
şmak için tükenirken, ehemmiyet vermezler, ayak altında kalan, gül kadar narin, gül kadar güzel ama güzelliği fark edilmeyen kır çiçeklerine. Mutlu olma sevdasına düşşlerdir kendilerince. Mutlu olmak için zorluklara katlandıklarını bile söyleyebilirler. Onlar için güzel bellidir artık. 

         Takvim yaprakları birer birer düşerken, kimi zaman yol katedemediklerine üzülürler. Oysa güzellikler yanıbaşlarındadır her zaman, ama onlar her zaman güzellikleri uzakta aramak sevdasındadırlar. Uzaktaki kıymetlidir; zorluklarla elde edilen değerlidir; aradığında elinin altında olmayan güzeldir, derler. 

        Yanıldıkları tek nokta var: Onlar hep uzaklara bakarken, birileri katlanmıştır, onun güzel bulmadıklarına, birileri kıymet vermiştir kır çiçeklerine… 

        Mutlu olmak için, gelecek bir yarını beklemezler. Ayaklar altında ezilenlere ehemmiyet verip, onlardaki güzelliği fark edip, yarını beklemeden, bugünden mutlu olmaya başlayanlardır onlar. Bir kır çiçeğinin güzelliği onlar için yeterlidir. Gülde gönülleri varsa bile, onlara ulaşmak için ömür tüketmekten korkarlar ve kır çiçeğindeki gül güzelliğini fark ederler. 

          İnsan her zaman güzeli ister, güzel hastasıdır. Güzele ulaşmak için ömrünü feda eder. Oysa bir baksa etrafındakilere, mutlak bir güzeli fark edecektir. Ama tek bir düşüncenin kavanozunda kapalı kalmıştır. Güzeli ararken, ezerek geçtiği bir başka güzeli fark edemeyecek kadar kördür artık. Oysa bir çevirse uzakta takılı kalan gözlerini; gönül rahatlığı ile bir taksa farklı güzellikleri de görme gözlüğünü… Hayatına renk verse, kır çiçeklerinden demetlenmiş bir demetle… Hayatını güzellikler yönüne değil de, güzellikleri hayatın yönüne çevirmeye çalışsa… Bir görebilse kır çiçeğinin gül tarafını… Bir görebilse, hayal pınarının çeşmesinin değil de suyunun önemli olduğunu… Yetinse elindeki ile, güzelliğini bulmaya çalışsa elindekinin. Sevdiklerini gül demetleriyle mutlu edebilme fikrini atsa kafasından. Bir gün de kır çiçeği toplasa, sunsa sevdiklerine… Hayatını gül arama yolunda feda edeceğine, görse kır çiçeğinin gül yanını… Bir fark etse ayaklarının altındakileri, bir ehemmiyet verse kır çiçeklerine. "Sonuçta ikisi de çiçektir. Gül herkesçe güzeldir, kır çiçeği de bence güzeldir." dese. Uzaklara bakmaktan, güle ulaşmaktan dermansız kalacağına, bu enerjiyle kır çiçeğini sevmeye ve sevdirmeye çalışsa; bu güzelliği sevdikleriyle paylaşsa. Güle ulaşma arzusuyla koşturanlara gösterebilse kır çiçeğinin gül yanını. Anlatabilse gül için ömür tüketmenin boş olduğunu… 

          Gül güzeldir; ama sevgi mevsimi geçtikten sonra, gül için koşmanın bir anlamı kalmayacaktır. Öyleyse hiç vakit kaybetmeden al eline bir demet kır çiçeğini, onun sana sunduğu mutluluğu görmeye çalış. Çünkü hayat, mükemmeli aramaya yetecek kadar uzun değil!

                                                           Yasemin NAZ

Konuşulan konu Hariçten Gazel

Yayınlandı: 10 Temmuz 2008 / Güzel Yazılar
         

                                       http://www.crazyprofile.com/textmaker/ripple.swf

 

Hariçten Gazel

3H diyorduk hareketimize,

Hürriyet-hoşgörü-hukuk
istiyorduk herkes özgür olsun,
kürtmüş,tatarmış,lazmış,çerkezmiş…
insana insan olduğu için değer vermek istiyorduk.
hata mı yapıyorduk acaba…?
bol mu geliyordu özgürlük bize?
özgür olunca yularını kaybetmiş at misali savrulacak mıydık vadide?
sadece özgürlük yetecek miydi bize?
hür olurken başkasının hürriyetini gözetecek miydik?
yoksa başkasının kendi hürriyetimizi, "ötekinin" hapsinde mi bulacaktık?
bize faşist diye bağırıp, kahrolsun Amerikan emperyalizmi diyenleri kaldırabilecek miydik?
biliyorduk dün çocuklarını presbiteryen mekteplerine gönderenlerin
bugün anti amerikancı kesildiklerini.
anamın başına bir anarşit taşı geldiğinde yine hukuk diyebilecek miydik?
yada taş atanları hoşgörüyle karşılayabilecek miydik?
insana insandan ziyade kafa olarak mı bakacaktık?
yoksa ne olursa olsun insandır deyip sevecek miydik?
 
acaba yanlış mı yapıyorduk 3H diyerek?
acaba sırtımızdan sopa eksik olmadan adam olmayacak mıydık?
otobüste kürtçe konuşan teyzeye cüzzamlı gibi bakmaya devam mı edecektik?
bizim gibi düşünmediği için Deniz Gezmişin asılmaısna sevinip
bizim gibi düşündüğü için Menderese üzülecek miydik?
bizden olmadığına inandığımız Nazım Hikmet in sürülmesiyle oh çekip,
Akif ve Bediüzzamana ağıt mı yakacaktık?
 
evet evet biz yanlış düşündük.
önce hürriyet değil,hoşgörü ve hukuk olacaktı
hoşgörü ve hukuk olmadan hürrieyet anca anarşi üretir.
anarşi,anomi ve terör.. hepsi özgürlük ve hürriyet istiyor.
galiba hepimizin Muhamme İkbal gibi demesi lazım.
 
"Ne Afganlıyız, ne Türküz, ne Tatarız.
 Biz Çemen evladıyız, aynı ormanda yetişmişiz.
 Renk ve koku ayırmak bize haramdır.
 Zira bizi aynı ilkbahar yetiştirmiştir."
 
vesselam
baki selamlar…
 
 
(*) Bu paylaşım "travelerofsamanyolu.spaceslive.com" adresinden alıntıdır.

Kalp ve Göz

Yayınlandı: 14 Haziran 2008 / Güzel Yazılar
         

                                  http://www.crazyprofile.com/textmaker/ripple.swf

              Kalp ve Göz

 

                Bütün aşk hikayelerinin en unutulmaz, en heyecan verici sahnesi: Sevenin sevgiliye ilk baktığı andır, şüphesiz. Daha doğrusu, onun yüzünü ilk gördüğü vakit.

 

                Aşıktaki içsel değişimin başladığı an, gözün sevgiliye ilk takıldığı saniye dilimidir ve aşığın bütün biyografisi, bu “ilk bakışın öncesi ve sonrası”ndan ibarettir. Kalpte ateşin yükselmesi, aklın ve sabrın ateşe düşmesi o ilk bakış ile başlar. Kılıcın kınından sıyrılması yahut okun yaydan fırlamasıdır bu. Sevgilinin yüzü kınında bir kılıç yahut sadakta bir yay gibidir; bakış onu kınından ve sadağından çıkarır. Sevgili’nin yüzü; aşk yangınını alevlendiren ilk kıvılcımdır.

 

                Aşığın kalbi mi, ilk bakıştan sonra suda titreyen bir mehtap.

                Göz…

                Savaşı başlatan haberci.

                Bakış…

                Elde olmayan kader; ilahi kaza.

                Ve aşk…

                Kalp ile göz arasındaki kutlu bir hadise.

 

                Çok sonraları kalp göze diyecektir ki, “Beni bu onulmaz derde iten sensin. Safayı sen sürdün, acıyı ben çektim. Nimet senin, zahmet benim oldu. Sen sevinirken, kaygılanan ben oldum. Bakışlarını arttırdıkça sen, dertlerimi çoğalttın benim. Zafere eren sen, hezimete uğrayan ben. Sen emirlerine itaat edilen hükümdar oldun, ben senin peşinde koşan tebaan. Sen emir, ben esir.

               

Sonra devam eder:

 

—Ey göz! Sen ikisin, ben birim. İki kişinin bir ferde saldırıp onu öldürmesi zulüm değil de nedir?… Şimdi ağla o hâlde, ettiğin zulmün cezasını çek bakalım.

 

Göz buna karşılık ayet-i kerime ile cevap verir:

 

“Gerçek şu ki: (Sadece) Gözler kör olmaz, ancak sinelerdeki kalpler kör olur.”

(Hacc Suresi: 46)

 

 

         

                                http://www.crazyprofile.com/textmaker/ripple.swf

Külün İçinde Saklı Ateş

 

Küllenmiş her düşüncenin, her duygunun içinde iyi yahut kötü, acı yahut tatlı, neşeli yahut hüzünlü elbette bir kor sıcaklığı vardır ki, eşelendikçe alevi ortaya çıkar.

 

Bazen ısıtır bu alev, bazen yakar. Olumlu ya da olumsuz bütün hayaller, bütün idealler ve bütün arzular sonuca ulaşmadıkça, hedefini bulmadıkça elbette kül içinde saklanan kor gibi sıcak bekler. Küçük bir esinti, azıcık bir savrulma… Bir hatırlama… Küçük bir dokunuş… Hele içinizi bir yoklayın…

 

Zamanın hızlı akışı, feleğin hızla dönüşü içinde her şey bizim istediğimiz rengi göstermeyebilir, bizim istediğimiz biçimde tahakkuk etmeyebilir. Bağrımızı yırtmanın, yüreğimizi parelemenin, ciğerlerimizi kan doldurmanın faydası da yoktur üstelik. Bu bir ayrı sınav biçimidir. Tesellisi hep ertelenen bir sınav…

 

Çoğu insan kendisinin, asıl bulunması gereken yerde olmadığını hisseder. Aslında belki tam da bulunması gereken yerde olduğu için kabullenmek istemez. Çünkü küllenen hayallerine alevlenmeyi bekleyen nice korlar gömmüştür. Bedel ödemeden, yüreğini tutuşturmadan, kendini yakmadan gelinebilecek mertebelerin elbette bir seviyesi vardır; ve bir de yolları çile ile yürünmüş ve kabullenilmiş makamları… Bütün korların küller içinde gül gül olduğu makamlar… Hayret makamı, aşk makamı, sükûnet makamı, teslimiyet makamı…

 

İşinizde ve aşınızda, sevincinizde ve kıvancınızda, düşlerinizde ve görüşlerinizde tutuşmayı bekleyen korlar yurt tutmuşsa eğer, eskilerin düstur edindikleri şu beyti teselli babında vird edinmenizi tavsiye ederiz: 

                     Ele girmezse eğer sevdiğimiz

                     Ne çâre, eldekini sevmeliyiz

 

Erdem, işte bu asaleti gösterebilmek, kazaya rıza ile cevap verebilmektir. Hele bir düşünün, buraya ağlamaya mı gelmiştik, gülmeye mi; ölüyor muyuz, yoksa doğuyor mu?!..

 

 

                              İskender PALA

         

                          http://www.crazyprofile.com/textmaker/ripple.swf

YÛSUF İLE ZÜLEYHA

 

“Sen onlara bu kıssayı anlat, belki üzerinde düşünürler.”
A’raf, 176

 

 

Bismihû.
Esirgeyen ve bağışlayan Allah’ın adıyla.
Önce söz vardı, hayat sonradan geldi.
Önce çile vardı ihsan arkadan geldi.
Önce iştiyak, arkadan sebat geldi.

Sözün yaratılışı Züleyha’nın yaradılışından evveldi. Âdam, ki ona bütün isimler öğretildi. Yûsuf’un kaderi Züleyha’ya tecelli. Züleyha’nın kaderi Yûsuf’a tecelli. Kuyu. Zindan. Kuyu. Zindan. Önce çile arkadan ihsan. Züleyha vazgeçti mi maşukundan?

Mülk gibi söz de, ne senin ne benim.
Cümle gibi aşk da ne senin ne benim.
Söz de,
aşk da,
ne benim ne senin.
Bir yaz sabahına doğan ve su değdiğinde kokusunu salan kırmızı sardunya,
ağustos göklerinde başımın üzerinden geçen bulut,
mayıs gülü,
ışıklı nisan yağmuru
ne kadar Allah’tansa,
mülk gibi söz de ve aşk da
O’ndan.

“Sen” tahtına yazıcı kimi oturtsan da, beşerî bir sevgili ya da cismanî bir aşk gibi görünen, hiçbir yol O’ndan özgeye çıkmıyor aslında, “gönül tahtına O’ndan özge sultan” olmuyor. Değil mi ki her şey O’ndan, gidecek yer yok O’ndan başka. Gelinen yer yok O’ndan başka.

İnsan o ki, O’ndan başkasını sevemez sevginin mahiyeti icrabı, O’ndan başkasını bilemez bilginin mahiyeti icabı.

Işık ki tek kaynaktan dağılır, ışığı yakın olan aydınlık, uzakta kalan karanlıktır. Her şeyin O’ndan olması, ve ışığın tek kaynaktan dağılıyor olması O’ndan başkasının bilinme ve sevilme ihtimalini tümden yok eder.

Kimi zaman sevdiğimizin ne olduğunu bilmeden severiz. Ve insan henüz neyi sevdiğini bilmediği böyle zamanlarda O’ndan başkasını sevdiğini zannedebilir :

Bir çiçeği, bir kuşu, denizi, yağmuru, gökyüzünü, yazıyı, yazıyı yazanı, kalemi tutanı, bir yaratılmışı hasılı. Söz gelimi Leylâ Mecnun’u, Şirin Ferhâd’ı, Züleyha Yûsuf’u sevdiğini zannedebilir. Oysa sevmek, en fazla, neyi sevdiğini fark etmek demektir ve seven biraz da neyi sevdiğini bilendir. Çünkü ışığın kaynağı tektir ve kim aydınlığının kendinden menkul olduğunu iddia edebilir?

Her aşk O’na çıkar sonunda, O’ndan başkasını sevmek imkânsız gibidir. Seven neyi sevdiğini bilse de bu böyledir, bilmese de bu böyledir. Bu yüzden değil mi ki kendini kaybetmek gibi görünen aşk, aslında kendini bilmek. İstese de insan O’ndan özgeyi sevme şansı yok. Şans sözcüğü yok lügatlerde bundan böyle. O’ndan özgeyi sevme ihtimali yok. Ve neyi sevdiğini bilenle bilmeyen arasındaki fark sadece bilmenin bilincinden ibaret.

Küçük bir biliş farkı. Mülk gibi aşk da Allah’tan. Ruhun da O, kalbin de O, aklın da O. Tenin de O, canın da O, cismin de O.

Ve aradan perdeleri kaldırarak O’nu bilmek olarak tanımlanan şey, bu seyr ü sefer, sadece O’nu bilmeyi bilmenin sancısından ibaret.

Sevginin yanılgısı yok. Yanlış olan neyi sevdiğini bilmemek ve yolu yanlış çizmek. Hangi kaynaktan geldiğini suyun, hangi dağın üstünden döküldüğünü aydınlığın, bilmemek. Bilmemek yanlış kılar sevgiyi.

Züleyha ki Yûsuf’u sevdi. İbtida, neyi ve kimi sevdiğini bilmedi. Sonra aşkın kaynağını bildi, Yûsuf’u değil, Yûsuf’ta tecellâ eden nuru sevdiğini fark etti. Yûsuf da, ki rüyasında güneş, ay ve on bir yıldız ona secde etmişti, bir kuyuya atılmış ve kendisine zindanda rüya yorumu verilmişti, önce aşkın kaynağını bildi sonra nurun Züleyha sûretinde tecellâ ettiğini fark etti. Biri sûretten nura yükselirken diğeri nurun sûrette tecellâ ettiğini idrak etti.

İşte bütün hikâye: Kim düştü kuyuya, Yûsuf mu, Yakub mu, Züleyha mı? Zindan kimin kader, Yûsuf’un mu, Yakub’un mu, yoksa Züleyha’nın mı? Yûsuf, Yakub ve Züleyha yok aslında. Hepsi bir, hepsi O bir, hepsi tek bir.

Söylenmemiş Mesnevi kalmadı yer yüzünde. Her Yûsuf u Züleyha,  bir öncekinin hem aynı hem başkası. Bu nasıl mazmun diyor ya, kalbi dipsiz derinliklerde çoğalan Fuzuli, Farsça Divan’ının önsözünde, yani ki Mukaddime’sinde. Hiç kullanılmamış, diye kaldırıp atıyor ya bir imgeyi uykusuz kaldığı gecelerin sabaha değdiği yerde. Sonra aynı gecelerin aynı sabahlara değdiği yerde, bu kez, bu nasıl mazmun, diye yırtıyor ya kullanılmış olan bir başka mazmunu. Hem bilinen hem bilinmeyen, hem kullanılmış bir imge hem kullanılmamış bir imge; böyle olmalı ki sözün hükmü tam olsun. Eski zincire bağlanan bir halka, ama yeni, böyle olsun ki zincir kuvvetli olsun.

Her Yûsuf u Züleyha  bir öncekinin hem aynı hem başkası. Bu da öyle. ayna aynı, kitap farklı.

         

                   http://www.crazyprofile.com/textmaker/ripple.swf

 

Ben Amerikalıyım!..

 
      Amerikan filmlerine düşkün olanlar bilirler. Filmin kahramanı olan üstün yetenekli bir Amerikalı, söz gelimi bir ajan, bir eski komando, bir Vietnam gazisi gider ikinci veya üçüncü dünya ülkelerinden birini karıştırır, iç işlerine karışır, siyasi ayaklanmalar çıkarır, ekonomisini çökertir, sonra da o ülkenin kolluk kuvvetleri tarafından yakalandığında şöyle bağırır:
 
   -Ben Amerikalıyım bana dokunamazsınız; bana bir şey yapamazsınız.
Sonra gerçekten de ona bir şey yapılmadan film biter. Sonuçta zihinlerde bir Amerikalı kahraman kalır, diğer ülke veya milletin varlığı, haklılığı vs. hiç düşünülmez.
 
     Amerika’daki ilk ve ortaöğretimin amacı, çocukları iyi birer "Amerikalı"olarak yetiştirmektir. Ataları 200 yıldır o topraklarda yaşayan çocuklarla birlikte dünyanın dört bir yanından yeni gelen ailelerin çocukları da aynı eğitimi alır. İlkokullarda üç temel ders vardır: İngilizce,Fen bilgisi ve Amerikan tarihi demek olan Sosyal bilgiler. Orada Sosyal bilgiler ders kitabının adı her eyaletin kendi adıyla anılır. Mesela "Eyaletimiz Florida, Eyaletimiz Teksas…gibi" Çocuk önce yaşadığı eyaletin tarihini, coğrafyasını, ekonomisini, turizmini vs. okur. Bir sonraki sene bu kitabın adı " Amerika Birleşik Devletleri" olur ve liseye gelesiye kadar her sene artan seviyelerde Amerika öğretilir. Keşfedilmesinden itibaren Amerika’da olup bitenler, sosyal yapı, politik hayat, coğrafya, ekonomi vs. Amerika’ya ait her şey bu dersin konusudur. Orada ne avrupa ülkeleri, ne Mezopotamya, ne Frigler ve ne de İslam coğrafyası vardır. Yalnızca Amerika… Lise ikinci sınıfta buna ilaveten tarih dersi devreye girer ve genç Amerikalı ancak lise üçüncü sınıfta başka ülkelerin, başka coğrafyaların da varlığını kavrar. Sonuç olarak öğrencinin zihninde ilkokul dördüncü sınıftan itibaren her sene gittikçe  genişleyip derinleşen bir tarih bilinci oluşur. Bu da yalnızca 200 yıllık modern Amerikan tarihinin 2000 yıl gibi algılanmasına yol açar ve bu bilinç, her Amerikan vatandaşının kendine güvenini sağlar.
 
      Şimdi anlıyorum ki yukarıda sözünü ettiğim Amerikalı film kahramanına "Ben Amerikalıyım" dedirten bilinç, onun şuuraltına daha ilkokulda iken yerleştirilmektedir.
 
     Peki biz niye tarihimizden korkuyoruz? Osmanlı’yı öğrenirsek Türklüğümüze halel gelecek diye mi?!.. Yok böyle bir şey!..
 
Kahve Molası,İskender PALA
 
 
 
(*) Bu yazı "travelerofsamanyolu.space.live.com" adresinden alıntıdır.