Oyun!

Yayınlandı: 26 Kasım 2008 / Şiir, hakaye ve denemeler
         

                                                         http://www.crazyprofile.com/textmaker/ripple.swf

Oyun!

 

Mert benimle arka bahçede oynuyordu, annesi elinden tutmuş Ahmet’i de yanımıza getirdi ve bize dedi ki:

Ahmet de sizinle oynasın çocuklar tamam mı?

Biz de “Tamam teyze!” diye bağırdık. Yanımızdan uzaklaşırken kulağını oğuşturuyordu belli ki sesimiz kulağında kısa süreli bir işitme kaybı yaratmıştı. Annesi gözden kaybolunca Ahmet de oyunumuza katıldı.

Oynadığımız küçük bir çocuk oyunuydu. Yukarı mahallenin çocukları ile maç yapmaya gittiğimizde yaşlı bir teyze top oynamamamız karşılığında bu şirin ve bir o kadar da ilgi çekici oyunu öğretmişti bize. Basit bir yapısı olmasına rağmen oyunu iyi oynamak biraz yetenek gerektiriyordu. Mert ile ben oyuna adapte olabilmek adına o kadar çok zaman harcamış ve mahallede ne de çok ebelik yapmıştık. İçimden Ahmet’in düşeceği durumu düşünüyor ve onun bu süreçteki komik halleri yüzünden içten içe tebessüm ediyordum. Ben, Mert ve Ahmet’e uyarmak için seslendim:

Oyun başlıyor…

Herkes eline bir değnek aldı ve kendi çizdiği yuvarlağın içine girdi. İlk hak Mert’indi. Sopayı eline aldı ve Ahmet’e döndü. “Hadi bakalım Aslanım, yap şu vuruşunu da oyunumuz şenlensin.” dedi ve hızla sopayı Ahmet’e doğru fırlattı. Sopa Ahmet’e doğru ilerlerken vuramayacağını tahmin ediyordum. Hatta sopanın biraz ivme kazanmasından da telaşlanıp onun yaralanmasından ve annesine karşı sorumsuz, yaramaz görünmekten de endişe duymaya başlamıştım. Artık yapacak bir şey yoktu dua etmekten başka…  Elinde tuttuğu sopayı gelen değneğe öyle güzel vurdu ki bu çocuğun bizim oyunu ilk defa oynuyor olmasından şüphe etmeye başlamıştım. Birkaç el dolaşmadan Ahmet hepimizi sahadan süpürdü.

Hava kararmaya yakın mahalle sakinleşmeye başladı. Artık Mert, Ahmet ve kendimin çok uyumlu birer üçlü olduğumuzdan emindim. Ahmet’e evlerinin nerede olduğunu sorduğumda bizim mahalleyi tarif edince biraz şaşırdım. Sonra Ahmet şunları ekledi:

“Geçen hafta yukarı mahalledeki evimizden çıkarıltıldık ve ben de annemle sizin mahalleye taşındım. Haa.. unutmadan o oyunu bana anneannem öğretmişti .” dedi gülümseyerek… Elimi omzuna attım ve “Hadi bee!” dedim…

Karmaşadaki anlam…

Yayınlandı: 02 Kasım 2008 / Güzel Resimler
         

                                                        http://www.crazyprofile.com/textmaker/ripple.swf

Minik Köpek…

Yayınlandı: 01 Kasım 2008 / Güzel Yazılar
         

                                                       http://www.crazyprofile.com/textmaker/ripple.swf

Minik Köpek

 

Adamın biri Afrika’da safariye çıkarken yanına minik köpeğini de almış. Minik köpek bir gün ormanda dolaşıp kelebekleri kovalar, çiçekleri koklarken kaybolduğunu fark etmiş. Ne yapacağını düşünürken bir de bakmış ki karşıdan bir leopar geliyor ve belli ki günlük yiyeceğini arıyor. “Şimdi başım dertte!” diye düşünmüş minik köpek. Etrafına bakınmış ve yerde kemik parçalarını görmüş. Hemen arkasını leoparın geldiği yere dönerek kemikleri kemirmeye başlamış. Bu arada da arkadaki hareketi kestirmeye çalışıyormuş. Leopar tam saldıracakken minik köpek kendi kendine konuşmuş:


– Ne kadar lezzetli bir leoparmış. Acaba etrafta bundan bir tane daha var mı?

 

Bunu duyan leopar bir anda donmuş kalmış ve en yakındaki ağaca tırmanarak dalların arasına saklanmış ve “Tam zamanında kurtardım kendimi, yoksa bu köpeğe yem olacaktım.” diye düşünmüş leopar.

 

Bütün bunlar olup biterken bir başka ağacın üstündeki bir maymun olanları izliyormuş. Bildiklerini kullanarak bundan sonra leopardan nasıl kurtulacağının yolunu bulmuş. Leoparın yanına giderek neler olduğunu anlatmış. Leopar köpeğin yaptıklarına çok sinirlenmiş ve maymuna “Atla sırtıma, gidip şunu yakalayalım.” demiş. Ancak minik köpek neler olduğunu ve leoparın sırtında maymunla birlikte ve süratle kendisine yaklaştığını fark etmiş. “Şimdi ne yapacağım!” diye düşünürken kaçmaya teşebbüs etmemiş. Bunun yerine arkasını leoparın geldiği yöne dönerek, kemikleri kemirmeye devam etmiş.Tam leopar saldıracakken yine kendi kendine konuşmuş:


– Bu aptal maymun da nerede kaldı? Yarım saat önce bir leopar daha getirsin diye gönderdim, hala haber yok!

         

                                                      http://www.crazyprofile.com/textmaker/ripple.swf

Önce Virgülü (,) kaybettik…

 

Osman Nevres Efendi diyor ki:

“Önün ardın gözet, fikr-i dakîk et, onda bir söyle

Öğütme ağzına her ne gelirse âsiyâb-âsâ.”

(Sözü söylerken önünü ardını gözet ve on kez düşünüp bir kez söyle. Ağzına gelen her şeyi değirmen gibi hemen öğütüverme.) 

           Sözü söylerken on defa düşünmeyi, onu en güzel ve sanatlı şekliyle söylemeyi nasıl da unuttuk birden. Bir vakitler, konuştuğunda herkesin sustuğu, yazarken kaleminden dimağa lezzetler yayılan söz sultanları yaşardı bu coğrafyada oysa. Galiba bir rüzgar esti üstünden kentin ve sözün efendisi virgülü yitirdi birden. O zaman geniş, sanatlı, bol çağrışımlı, zengin ve tabii olarak zor cümlelerden korkar oldu ve basit ifadeler, kısa anlatımlar kullanmaya başladı. İfadede bir kargaşayla karşılaşmıyordu gerçi; ama konuştuklarının etkinliği, güzelliği, estetiği ve sanatı kısmen kaybolmuştu. Cümleleri basitleşince gitgide düşünceleri de basitleşti ve bu, gün geldi kişiliğine yansıdı, onu basit, sıradan ve hatta önemsiz kıldı. Efendiliğini mi yitiriyordu ne?!..

           Bir başka gün, o rüzgar ünlem işaretini alıp götürdü. Şimdi alçak sesle ve ses tonunu değiştirmeden konuşur olmuştu usta. Artık ne kızıyor, ne seviniyor, ne de heyecanlanabiliyordu. Hayatının renkleri kaybolmuş gibiydi. Yeknesak yaşamaya işte böyle başladı. Ustalığı yoktu artık.

           Bir süre sonra, soru işaretini de yitirdiğini gördü. Soru sormaz, soramaz olmak onu kendi içine kapatmıştı. Hiçbir şey onu ilgilendirmiyordu artık. Kalbinden geçen sevgilerin nedenini, zihnini bulandıran düşüncelerin niceliğini, dış dünyada olup biten olayların gerçeğini anlayamıyordu. Ne evren, ne dünya, ne ülke, ne de kendisi umurundaydı artık. Çocukken merak ettiklerini bile merak etmekten uzaklaştı.

          Birkaç yıl sonra sözcü, üst üste iki noktanın anlamını unuttu. Davranışlarının sebeplerini açıklamaktan vazgeçmeye o zaman başladı. Başkaları da onunla ilgilenmez olmuşlardı. Büyük bir yalnızlığın içinde kalmış, kalabalıklar arasında tek başına yaşar olmuştu. Ailesi, çevresi, işi, mesleği, sosyal hayatı var mıydı, yok muydu, unutmuştu. Sözü kaybetti.

          Ömrünün sonuna doğru elinde yalnızca tırnak işaretinin kaldığını fark etti. Kendine özgü tek düşüncesi yoktu artık. Kendinden sıyrılmış olarak yaşamak, başka birisinin yerine yaşamak kadar tatsız, boş ve anlamsızdı. Üstelik başkalarının düşüncelerindeki sorumlulukları yüklenme endişesi de iyiden iyiye belini bükmüştü.
Noktaya geldiğinde sıra, düşünmeyi ve konuşmayı da unuttu.
Kaybettiği nokta, son nefesinin sonunda onu beklemekteydi oysa.

          Dil bir ayna idi, insanın en gerçek yankısını dışa aksettiren. Ve aynalar ya güzelleşmek ve süslenmek; ya da çirkinliklerimizi görüp gidermek içindir. Aynayı kırmak, çirkinliğimizi başkalarının gözünden değil kendi gözümüzden saklar.

         Not: Osman Nevres, Kurtuluş Savaş’ında Hasan Tahsin diye anılan, düşmana ilk kurşunu sıkan kahraman gazetecidir. 

 İskender PALA

         

                                                     http://www.crazyprofile.com/textmaker/ripple.swf

        

         Kır Çiçeğinin Gül Yanı

 

         Gül için dikenine katlanabileceklerini söyleyenlerdir, kır çiçeklerini göremeyecek kadar güle bağlanmış olanlar. ‘Gül’ derler, başka bir şey demezler üstüne… 
         Ömürleri güllere ula
şmak için tükenirken, ehemmiyet vermezler, ayak altında kalan, gül kadar narin, gül kadar güzel ama güzelliği fark edilmeyen kır çiçeklerine. Mutlu olma sevdasına düşşlerdir kendilerince. Mutlu olmak için zorluklara katlandıklarını bile söyleyebilirler. Onlar için güzel bellidir artık. 

         Takvim yaprakları birer birer düşerken, kimi zaman yol katedemediklerine üzülürler. Oysa güzellikler yanıbaşlarındadır her zaman, ama onlar her zaman güzellikleri uzakta aramak sevdasındadırlar. Uzaktaki kıymetlidir; zorluklarla elde edilen değerlidir; aradığında elinin altında olmayan güzeldir, derler. 

        Yanıldıkları tek nokta var: Onlar hep uzaklara bakarken, birileri katlanmıştır, onun güzel bulmadıklarına, birileri kıymet vermiştir kır çiçeklerine… 

        Mutlu olmak için, gelecek bir yarını beklemezler. Ayaklar altında ezilenlere ehemmiyet verip, onlardaki güzelliği fark edip, yarını beklemeden, bugünden mutlu olmaya başlayanlardır onlar. Bir kır çiçeğinin güzelliği onlar için yeterlidir. Gülde gönülleri varsa bile, onlara ulaşmak için ömür tüketmekten korkarlar ve kır çiçeğindeki gül güzelliğini fark ederler. 

          İnsan her zaman güzeli ister, güzel hastasıdır. Güzele ulaşmak için ömrünü feda eder. Oysa bir baksa etrafındakilere, mutlak bir güzeli fark edecektir. Ama tek bir düşüncenin kavanozunda kapalı kalmıştır. Güzeli ararken, ezerek geçtiği bir başka güzeli fark edemeyecek kadar kördür artık. Oysa bir çevirse uzakta takılı kalan gözlerini; gönül rahatlığı ile bir taksa farklı güzellikleri de görme gözlüğünü… Hayatına renk verse, kır çiçeklerinden demetlenmiş bir demetle… Hayatını güzellikler yönüne değil de, güzellikleri hayatın yönüne çevirmeye çalışsa… Bir görebilse kır çiçeğinin gül tarafını… Bir görebilse, hayal pınarının çeşmesinin değil de suyunun önemli olduğunu… Yetinse elindeki ile, güzelliğini bulmaya çalışsa elindekinin. Sevdiklerini gül demetleriyle mutlu edebilme fikrini atsa kafasından. Bir gün de kır çiçeği toplasa, sunsa sevdiklerine… Hayatını gül arama yolunda feda edeceğine, görse kır çiçeğinin gül yanını… Bir fark etse ayaklarının altındakileri, bir ehemmiyet verse kır çiçeklerine. "Sonuçta ikisi de çiçektir. Gül herkesçe güzeldir, kır çiçeği de bence güzeldir." dese. Uzaklara bakmaktan, güle ulaşmaktan dermansız kalacağına, bu enerjiyle kır çiçeğini sevmeye ve sevdirmeye çalışsa; bu güzelliği sevdikleriyle paylaşsa. Güle ulaşma arzusuyla koşturanlara gösterebilse kır çiçeğinin gül yanını. Anlatabilse gül için ömür tüketmenin boş olduğunu… 

          Gül güzeldir; ama sevgi mevsimi geçtikten sonra, gül için koşmanın bir anlamı kalmayacaktır. Öyleyse hiç vakit kaybetmeden al eline bir demet kır çiçeğini, onun sana sunduğu mutluluğu görmeye çalış. Çünkü hayat, mükemmeli aramaya yetecek kadar uzun değil!

                                                           Yasemin NAZ

Yavuz Sultan Selim ve Keklik…

Yayınlandı: 25 Temmuz 2008 / Hikayeler
         

                                                 http://www.crazyprofile.com/textmaker/ripple.swf
            Yavuz Sultan Selim ve Keklik…
 
             Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim, tebdili kıyafet Kuşlar Çarşısı’nı geziyormuş. Avcılar avladıkları kuşları, tuzakçılar yakaladıkları maharetli, eğitimli, güzelim kuşları satıyorlar. Bir ara gözü kekliklere ilişmiş padişah’ın. Bir grup kekliğin üzerindeki varakta, "Tane işi satış fiyatı 1 altın" yazıyor. Hemen yanı başlarında asılı, adeta altın kafes içinde bir keklik daha var ki, fiyatı; 300 altın. Padişahın gözü 300 altınlık kekliğe takılmış.
 
Padişah: "Hayırdır" demiş satıcıya, "Bunun diğerlerinden ne farkı var ki, bunlar 1 altın, bu 300 altın?"
 
Satıcı   : "Bu keklik özel eğitimli, çok güzel ötüyor, ötmesi bir yana bunun ötüşünü duyan ne kadar keklik varsa hepsi onun etrafına doluşuyor" diye cevap vermiş. "Tabii bu arada avcılar da o etrafa doluşan keklikleri daha rahat avlıyorlar" diye eklemiş.
 
Padişah: "Satın alıyorum" demiş, "Al sana 500 altın…"  parayı vermiş satıcıya ve kekliği almış. Hemen oracıkta kekliğin kafasını kopartıvermiş. Adam şaşırmış,
 
Satıcı: "Ne yaptınız, en maharetli kekliğin kafasını koparttınız, yazık değil mi" diye söylenmiş. Padişah da sesini yükseltip:
"Bu kendi soyuna ihanet eden bir kekliktir. Bunun akıbeti er veya geç budur." diye cevap vermiş.

Sürç-i lisan ettiysek aşk ola!..

Yayınlandı: 22 Temmuz 2008 / Güzel sözler
         

                                                http://www.crazyprofile.com/textmaker/ripple.swf

Perde kurduk ışık yaktık,
Ba
ş
layan bir gazeldir.

Hüner değilse de dünyaya gelmek,
Ne de güzeldir.

Marifet; oynayan kim, oynatan kim bilmededir.
Gölgede solmadan açmayı becerebilmededir.

Sürç-i lisan ettiysek aşk ola!..

 

Gülpembe… (Hikaye alıntıdır.)

Yayınlandı: 14 Temmuz 2008 / Hikayeler

         

                                              http://www.crazyprofile.com/textmaker/ripple.swf

 

 

GÜLPEMBE

 

 

Vatanından okyanuslarca uzak bir diyarda, yine uzun bir ders gününün ardından okuldan çıkıp arabaya yürümüştü. Adımları ağır ağırdı. Sanki günün bütün telâşı omuzlarında bir yük halindeydi. Belki bedenî bir yorgunluğu yoktu, zihnî yorgunluğun da üstesinden gelebilirdi. Ama o kalbî inkisar ve mahcûbiyetlerin ağında kıvrım kıvrım yaşamak yok mu! Ve o her lâhza, benliğine sinen Sevgili’nin kokusundan mahrum olacağı korkusuyla tir tir titreme.

 

Arabaya binip huzur bulduğu atmosfere, kader birliği yaptığı arkadaşlarının yanına doğru yola çıktı. Eli gayr-i ihtiyarî kaset kutusuna gitmişti. Teybin sesini de hafif açtı. Hava bulutlu idi. Sema ağlamaya yüz tutmuştu. Birden, kasetten gelen musiki sesiyle irkildi. İhtimal, kaseti arabaya misafir olanlardan biri bırakmıştı. Çünkü iyi bildiği, ama hiç beklemediği sözler duyuyordu. Biraz kulak verdi. Az dinledi. Çoktan gözleri buğu buğu olmuştu. Semadan önce, şıpır şıpır yaş dökmeye durmuştu.

            Barış Manço, Gülpembe’yi söylüyordu. Her ne kadar o, şarkıda babaannesini kasdetse de, yıllarca birçok âşık; ‘Gülpembe’ye bir başka mânâ yüklemiş ve onun mısralarında, asırlara meydan okuyan sevgilerinin ifadesini bulmuşlardı. 

           Sen gülünce güller açar Gülpembe, 
           Bülbüller seni söyler, biz dinlerdik. 
           Sen gelince bahar gelir Gülpembe, 
           Dereler seni çağlar, sevinirdik.

            O, bunları dinlerken sema da, hem şarkıya hem de onun yanaklarından süzülen yaşlara dem tutmaya başlamıştı. Sanki her damla, ölmesinden korktuğu kalbine âb-ı hayat olmaya koşuyordu. Dinliyor, ağlıyor, karanlık odalarda herkesten uzak, sevgiliye aşk mısraları dizdiği anları hatırlıyor ve hayalini ondört asır öncesinde gezdiriyordu.

            Asırlar boyu inananların Gülpembe’si, Hz. Muhammed (sas) olmuştu. O gülünce hepsinin yüzünde tebessüm belirirdi. O, ashabının arasına katılınca etraftaki karlar-buzlar erir, kar çiçekleri zuhur ederdi. Dağ-taş, ova-oba hep o Sevgili’den nağmeler fısıldardı. O’nun olduğu iklimler, cennet yamaçlarını kıskandıracak kadar bahar renkleriyle dolar ve etrafındakiler de o renklerle boyanırlardı. 

          Güz yağmurlarıyla bir gün göçtün gittin, 
          İnanamadık Gülpembe. 
         Bizim iller sessiz, bizim iller sensiz, 
         Olamadı Gülpembe.

           O Sevgili, kendi Mahbubunu arzu edip "İlâ refîki’la’lâ" deyince, arkadakileri de âdeta hazan vurmuştu. Güz yağmurları, ilk defa o kadar soğuk ve kavurucuydu. Sadece Hz. Ömer değil, kimse inanamamıştı o gidişe. Enesler, aylarca O’nu, hiç olmazsa teselli bulmak için rüyalarına misafir etmişlerdi. O’nun dolaştığı yerler, O’ndan kalan hatıralar, her köşede bin vâha ve gözyaşına sebepti. O’nun köyü sessiz, -sadece O’nun köyü mü?- bütün dünya lâl kesilmiş ve kimsesizdi. O illeri ıssız bulan Bilal’ler, hatıralardan kaçarcasına Şam yollarını tutuyorlardı. 

         Dudağımda son bir türkü Gülpembe, 
         Hâlâ hep seni söyler, seni çağırır. 
         Gözlerimde son bir umut Gülpembe, 
         Hâlâ hep seni arar, seni bekler.

              Bu son sözlerle, ağlaması hıçkırığa dönüşmüştü. Bu hıçkırıklar, sadece ondört asır önceki bir irtihal, öteye göç için değildi. Bu gidiş, asırlarca ağlanmaya değecek bir göç olsa da; o, O’na ayırdığı kalbe, başka şeylerin girebileceği endişesiyle ağlıyordu.. ağlıyor ve artık iyice ağırlaşan başını direksiyona bırakıp iç çekmelerle boğuşurken, "Gülpembe, bir bülbülün olup bin dil ile seni şakıyamayacaksam, ne kıymeti var birkaç yabancı dil öğrenmenin; gönlümü, dilimin önüne geçirip onu seninle dolduramayacaksam, ne mânâsı var çekilen bunca çilenin. Ne olur Gülpembe, eğer seninle ve hatıralarınla doyamayacaksam, sıyrılsın şu can kafesi bedenimden. Eğer senin gül kokunu her tarafa yayamayacaksam, şefaat et de bitsin bu dünya zindanım hemen." diyordu.

              Tekrar yola koyulduğunda sevgiyi, aşkı, kalbi düşünüyordu: Âşıklar hep sevgilileriyle beraberdir; mekân, zaman onların bu beraberliğine mâni olamaz. Hattâ onlar, milyonlar arasında bile yalnızdırlar, bu yalnızlıklarını sadece O’nunla giderirler. Kesrette vahdeti yakalamışlardır. Ayaklarının biri, yetmişiki millet içinde de olsa, diğerini Sevgili’nin kapısına bağlamışlardır. Hep O’nu söyler, O’nu duyar, O’nu dinler ve O’nu anarlar. Bu sevgilerini de, bazen "su" ile dile getirir; bazen "yağmur" der, semayla beraber ağlayarak ve rahmet damlalarını intizar ederek ifade eder; bazen "rüzgâr"a aşk bestelerini yükleyip "Medine’nin Gülü"ne gönderirler; bir başka zaman da "Sen" diye diye inler ve Sevgili’nin olmadığı cennetleri çöl kabul ederler. Âşıklara göre, O’nun olmadığı yerler ıssız, O’nun adının geçmediği sözler de bereketsizdir.

               Kaldığı yere, yuvadan daha sıcak mekâna vardığında gözleri kıpkırmızı ve yanakları da al aldı. Saklamalıydı bu halini. Herkesle beraber yemeğe oturdu. Ama yemek yerine hicran yiyor, su yerine hasret içiyordu. "(Habibim) Sen onların aralarında (cismen ve dahi mânen) bulunduğun müddetçe Allah onları azaba uğratmaz. Ve onlar istiğfar ederlerken, mağfiret dilerlerken de Allah onlara azab edecek değildir." (Enfal, 8/33) mealindeki âyeti mırıldanırken, bu âşıklardan biri olamadığı düşüncesiyle mahcup, inkisar içinde ve başı hâlâ öndeydi. Ama neyse ki onun, her şeye rağmen dudağında son bir türküsü vardı.

Mavi Kelebeğin İzinde…

Yayınlandı: 11 Temmuz 2008 / Haberler ve politika
         

                                          http://www.crazyprofile.com/textmaker/ripple.swf
 

Mavi Kelebeğin İzinde

 

 

Her 11 Temmuzda ağlayan Bosna coğrafyasında sizler de bir mavi kelebek peşine düşün, düşün ki o küçük kanatların sizi ne kadar büyük bir kıyıma götürdüğünü gözlerinizle görün!

 

Pek uzak sayılmaz Bosna ve kıyımın yaşandığı kanlı yıllar -1992…1995- şu zamana…

 

Yugoslavya’nın Sovyetler Birliği gibi parçalanmasından sonra içinde bulunan federe devletler tek tek bağımsızlığını ilan etmeye başladılar. Önce 1992 yılında Slovenya ve Hırvatistan özgürlüğüne kavuştu. Ardından Makedonya ve Bosna Hersek, Birleşmiş Milletlere bağımsızlık başvurusunda bulundu; ancak Slovenya’nın ve Hırvatistan’ın başvurusunu kabul eden cemiyet Bosnalılar’ın başvurusunu halk oyu ile kabul etmeye karar verdi. Zira Bosna-Hersek’in içerisinde sadece Boşnaklar yoktu. Sırplar ve Hırvatlar da Bosna nüfusunu oluşturmaktaydı. Yapılan oylama sonucunda Bosna- Hersek bağımsızlığını kazandı. Ancak bu bağımsızlık çabası Sırpların hoşuna gitmemişti, zira onlara göre bağımsız bir Bosna-Hersek’in kurulması, hele ki nüfusunun çoğunun Müslaman olduğu bir Bosna’nın bağımsız olması, Orta Avrupa’da bir Müslaman devlet manasına geliyor ve bu durumda Sırpları tedirgin ediyordu.

 

Sırplar Bosna halkının bağımsız olmasını bir türlü sindirememişlerdi. Bir süre sonra onlar da Bosna Cumhuriyet’inden ayrı bir devlet kurmaya kalkışacaklardı ve bu devleti de Müslüman Boşnakların ve Hırvatların yoğun olarak yaşadığı yerlerde hayata geçirmek isteyeceklerdi. İşte Sırplar bu amaçla 6 Nisan 1992’de önce protestolara, ardından işgallere ve sonrasında katliamlara başladılar. Birleşmiş Milletler Bosna-Hersek’teki  kimi şehirleri güvenli bölge ilan etmiş ve savaşta evsiz barksız kalan halkı bu güvenli bölgelerde toplamaya çaba göstermişti. Ancak, ilerleyen zamanlarda artan Sırp saldırıları görevde bulunan BM’ler güçlerini de geri adım atmaya sevk etmişti. Şöyle ki, güvenli bölgelerin korumasını üstlenen o zamanki Hollanda askerleri Sırp saldırıları karşısında eli kolu bağlı bir durumda işgalleri izlemişler, hatta Sırplar 13 Hollanda askerini de esir almışlardır. Bu durumu çözmek için girişimlerde bulunan Hollanda hükümeti askerlerinin salıverilmesi için Sırplara hava saldırısı yapılmasını zor da olsa BM’lere kabul ettirmiş; ancak saldırı sonucunda Sırplar daha da alevlenmiş ve saldırıların devam etmesi halinde esir ettikleri askerleri öldüreceklerini Dünya kamoyuna açıklamışlardır. Ardından güvenli bölgelerdeki Müslüman halkın kendilerine verilmesi koşuluyla esir askerleri iade etmişler ve askerler güvenli bölgelerine geri dönmüşlerdir…

 

Peki ya takasta kullanılan ve diğer şehirlerde zulm gören  ve işkence çeken savunmasız, masum halk?…

 

Bu sorunun cevabı için Mavi Kelebeği izleyin…

Konuşulan konu Hariçten Gazel

Yayınlandı: 10 Temmuz 2008 / Güzel Yazılar
         

                                       http://www.crazyprofile.com/textmaker/ripple.swf

 

Hariçten Gazel

3H diyorduk hareketimize,

Hürriyet-hoşgörü-hukuk
istiyorduk herkes özgür olsun,
kürtmüş,tatarmış,lazmış,çerkezmiş…
insana insan olduğu için değer vermek istiyorduk.
hata mı yapıyorduk acaba…?
bol mu geliyordu özgürlük bize?
özgür olunca yularını kaybetmiş at misali savrulacak mıydık vadide?
sadece özgürlük yetecek miydi bize?
hür olurken başkasının hürriyetini gözetecek miydik?
yoksa başkasının kendi hürriyetimizi, "ötekinin" hapsinde mi bulacaktık?
bize faşist diye bağırıp, kahrolsun Amerikan emperyalizmi diyenleri kaldırabilecek miydik?
biliyorduk dün çocuklarını presbiteryen mekteplerine gönderenlerin
bugün anti amerikancı kesildiklerini.
anamın başına bir anarşit taşı geldiğinde yine hukuk diyebilecek miydik?
yada taş atanları hoşgörüyle karşılayabilecek miydik?
insana insandan ziyade kafa olarak mı bakacaktık?
yoksa ne olursa olsun insandır deyip sevecek miydik?
 
acaba yanlış mı yapıyorduk 3H diyerek?
acaba sırtımızdan sopa eksik olmadan adam olmayacak mıydık?
otobüste kürtçe konuşan teyzeye cüzzamlı gibi bakmaya devam mı edecektik?
bizim gibi düşünmediği için Deniz Gezmişin asılmaısna sevinip
bizim gibi düşündüğü için Menderese üzülecek miydik?
bizden olmadığına inandığımız Nazım Hikmet in sürülmesiyle oh çekip,
Akif ve Bediüzzamana ağıt mı yakacaktık?
 
evet evet biz yanlış düşündük.
önce hürriyet değil,hoşgörü ve hukuk olacaktı
hoşgörü ve hukuk olmadan hürrieyet anca anarşi üretir.
anarşi,anomi ve terör.. hepsi özgürlük ve hürriyet istiyor.
galiba hepimizin Muhamme İkbal gibi demesi lazım.
 
"Ne Afganlıyız, ne Türküz, ne Tatarız.
 Biz Çemen evladıyız, aynı ormanda yetişmişiz.
 Renk ve koku ayırmak bize haramdır.
 Zira bizi aynı ilkbahar yetiştirmiştir."
 
vesselam
baki selamlar…
 
 
(*) Bu paylaşım "travelerofsamanyolu.spaceslive.com" adresinden alıntıdır.