GÜLPEMBE
Vatanından okyanuslarca uzak bir diyarda, yine uzun bir ders gününün ardından okuldan çıkıp arabaya yürümüştü. Adımları ağır ağırdı. Sanki günün bütün telâşı omuzlarında bir yük halindeydi. Belki bedenî bir yorgunluğu yoktu, zihnî yorgunluğun da üstesinden gelebilirdi. Ama o kalbî inkisar ve mahcûbiyetlerin ağında kıvrım kıvrım yaşamak yok mu! Ve o her lâhza, benliğine sinen Sevgili’nin kokusundan mahrum olacağı korkusuyla tir tir titreme.
Arabaya binip huzur bulduğu atmosfere, kader birliği yaptığı arkadaşlarının yanına doğru yola çıktı. Eli gayr-i ihtiyarî kaset kutusuna gitmişti. Teybin sesini de hafif açtı. Hava bulutlu idi. Sema ağlamaya yüz tutmuştu. Birden, kasetten gelen musiki sesiyle irkildi. İhtimal, kaseti arabaya misafir olanlardan biri bırakmıştı. Çünkü iyi bildiği, ama hiç beklemediği sözler duyuyordu. Biraz kulak verdi. Az dinledi. Çoktan gözleri buğu buğu olmuştu. Semadan önce, şıpır şıpır yaş dökmeye durmuştu.
Barış Manço, Gülpembe’yi söylüyordu. Her ne kadar o, şarkıda babaannesini kasdetse de, yıllarca birçok âşık; ‘Gülpembe’ye bir başka mânâ yüklemiş ve onun mısralarında, asırlara meydan okuyan sevgilerinin ifadesini bulmuşlardı.
Sen gülünce güller açar Gülpembe,
Bülbüller seni söyler, biz dinlerdik.
Sen gelince bahar gelir Gülpembe,
Dereler seni çağlar, sevinirdik.
O, bunları dinlerken sema da, hem şarkıya hem de onun yanaklarından süzülen yaşlara dem tutmaya başlamıştı. Sanki her damla, ölmesinden korktuğu kalbine âb-ı hayat olmaya koşuyordu. Dinliyor, ağlıyor, karanlık odalarda herkesten uzak, sevgiliye aşk mısraları dizdiği anları hatırlıyor ve hayalini ondört asır öncesinde gezdiriyordu.
Asırlar boyu inananların Gülpembe’si, Hz. Muhammed (sas) olmuştu. O gülünce hepsinin yüzünde tebessüm belirirdi. O, ashabının arasına katılınca etraftaki karlar-buzlar erir, kar çiçekleri zuhur ederdi. Dağ-taş, ova-oba hep o Sevgili’den nağmeler fısıldardı. O’nun olduğu iklimler, cennet yamaçlarını kıskandıracak kadar bahar renkleriyle dolar ve etrafındakiler de o renklerle boyanırlardı.
Güz yağmurlarıyla bir gün göçtün gittin,
İnanamadık Gülpembe.
Bizim iller sessiz, bizim iller sensiz,
Olamadı Gülpembe.
O Sevgili, kendi Mahbubunu arzu edip "İlâ refîki’la’lâ" deyince, arkadakileri de âdeta hazan vurmuştu. Güz yağmurları, ilk defa o kadar soğuk ve kavurucuydu. Sadece Hz. Ömer değil, kimse inanamamıştı o gidişe. Enesler, aylarca O’nu, hiç olmazsa teselli bulmak için rüyalarına misafir etmişlerdi. O’nun dolaştığı yerler, O’ndan kalan hatıralar, her köşede bin vâha ve gözyaşına sebepti. O’nun köyü sessiz, -sadece O’nun köyü mü?- bütün dünya lâl kesilmiş ve kimsesizdi. O illeri ıssız bulan Bilal’ler, hatıralardan kaçarcasına Şam yollarını tutuyorlardı.
Dudağımda son bir türkü Gülpembe,
Hâlâ hep seni söyler, seni çağırır.
Gözlerimde son bir umut Gülpembe,
Hâlâ hep seni arar, seni bekler.
Bu son sözlerle, ağlaması hıçkırığa dönüşmüştü. Bu hıçkırıklar, sadece ondört asır önceki bir irtihal, öteye göç için değildi. Bu gidiş, asırlarca ağlanmaya değecek bir göç olsa da; o, O’na ayırdığı kalbe, başka şeylerin girebileceği endişesiyle ağlıyordu.. ağlıyor ve artık iyice ağırlaşan başını direksiyona bırakıp iç çekmelerle boğuşurken, "Gülpembe, bir bülbülün olup bin dil ile seni şakıyamayacaksam, ne kıymeti var birkaç yabancı dil öğrenmenin; gönlümü, dilimin önüne geçirip onu seninle dolduramayacaksam, ne mânâsı var çekilen bunca çilenin. Ne olur Gülpembe, eğer seninle ve hatıralarınla doyamayacaksam, sıyrılsın şu can kafesi bedenimden. Eğer senin gül kokunu her tarafa yayamayacaksam, şefaat et de bitsin bu dünya zindanım hemen." diyordu.
Tekrar yola koyulduğunda sevgiyi, aşkı, kalbi düşünüyordu: Âşıklar hep sevgilileriyle beraberdir; mekân, zaman onların bu beraberliğine mâni olamaz. Hattâ onlar, milyonlar arasında bile yalnızdırlar, bu yalnızlıklarını sadece O’nunla giderirler. Kesrette vahdeti yakalamışlardır. Ayaklarının biri, yetmişiki millet içinde de olsa, diğerini Sevgili’nin kapısına bağlamışlardır. Hep O’nu söyler, O’nu duyar, O’nu dinler ve O’nu anarlar. Bu sevgilerini de, bazen "su" ile dile getirir; bazen "yağmur" der, semayla beraber ağlayarak ve rahmet damlalarını intizar ederek ifade eder; bazen "rüzgâr"a aşk bestelerini yükleyip "Medine’nin Gülü"ne gönderirler; bir başka zaman da "Sen" diye diye inler ve Sevgili’nin olmadığı cennetleri çöl kabul ederler. Âşıklara göre, O’nun olmadığı yerler ıssız, O’nun adının geçmediği sözler de bereketsizdir.
Kaldığı yere, yuvadan daha sıcak mekâna vardığında gözleri kıpkırmızı ve yanakları da al aldı. Saklamalıydı bu halini. Herkesle beraber yemeğe oturdu. Ama yemek yerine hicran yiyor, su yerine hasret içiyordu. "(Habibim) Sen onların aralarında (cismen ve dahi mânen) bulunduğun müddetçe Allah onları azaba uğratmaz. Ve onlar istiğfar ederlerken, mağfiret dilerlerken de Allah onlara azab edecek değildir." (Enfal, 8/33) mealindeki âyeti mırıldanırken, bu âşıklardan biri olamadığı düşüncesiyle mahcup, inkisar içinde ve başı hâlâ öndeydi. Ama neyse ki onun, her şeye rağmen dudağında son bir türküsü vardı.